1 Kasım 2015 Pazar

Kendisinden Kaçanlara Fon Müziği; Arabesk

 80ler'den sonra Türkiye'de bir arabesk furyası aldı başını gitti. Her yerde arabesk çalmaya başladı, yüzlerce arabeskçi müzisyen piyasaya sürüldü, filmlere arabesk müzikler eşlik etti hatta daha sonrasında arabesk filmin kendisine dönüştü. Kısaca tüm kültürel hayata kendi bayrağını arabesk dikti.

 Halk arasında da en çok orta-alt sınıfta tutuldu bu arabesk akımı. Zaten Türkiye'nin büyük kesimi de bu sınıfa dahil olduğu için pek şaşırılacak bir sonuç değildi bu. Peki neydi bütün evleri işgal eden bu akım? Elektro bağlama ritmi üzerine 3-4 ağlak sözden ibaret değildi. Arabesk akımının bir kültürü, felsefesi vardı. Arabesk kültür; her zaman ezilen, hak ettiği değeri göremeyen, hayatın ve insanların getirdiği zorluklardan yakınan ve yakınmakla idare eden bir kültürdü. Arabesk felsefesine göre insan daima başkalarının hatalarından, vefasızlıklarından dolayı acı çeken, adaletsiz bir ortamda büyüyen ve dört bir yanı düşmanlarla çevrili bir acı torbasından ibaretti. Geneli sosyal adaletsizlikten, devlet zulmünden, ahlaki kurallarla hiç edilen sosyal yaşantılardan muzdarip olan bir milletin de bu kültürü benimsemesi zaten çok da şaşılacak bir şey değil. İnsanlar arabesk sayesinde artık yalnız değildi. Plaktan gelen ses de sinemada izlediği aktör de kendisiyle aynı şeyleri yaşamıştı ve hissediyordu. Yeni yeni şehirleşen Anadolulu'nun yalnızlığına ilaç olmuştu.

 Ama arabesk kültürün de bir kolaycılığı vardı. Birey asla ama asla suçlu olmazdı. İnsan maruz kaldığı boktan hayattan, aldığı dandik maaştan, yaşadığı aşk acılarından sorumlu olmazdı. Çünkü bütün bunlar insana kurulmuş ilahi bir komplodan ibaretti, çünkü arabesk felsefesine gönül vermiş insan kendisinin dünyanın merkezi olduğunun çoktan farkına varmıştı. Nasıl dünyanın merkezi olmasın ki? Koskoca şarkılar, filmler, dergiler birlik olmuş o insanın derdini anlatıyordu. Bu kendisini tanrılaştıran felsefe dünyayı daima karartırken bireyi sütten çıkmış ak kaşığa çevirirdi. Yalnız eğitim sistemi ve dogmalar sayesinde bu insanın bile karalayamayacağı şeyler vardı; devlet, din ve patron. Geri kalan her şey kirli ve kötüydü.

 Arabesk felsefesi giderek hayatın her alanına sindi. İnsanların gözünde mağduriyet artık zorunlu bir hal aldı. İşlediği her suçu görmezden gelmeye başladılar çünkü dünyanın onlara yaptıkları ayıplar karşısında bu suçlar tamamen özsavunmaydı. Daima düşman aradılar, bulamayınca da yarattılar çünkü bu boktanlığa kendilerinin sebep olduğunu kabullenemediler.

 Bu arabesk felsefesi de hala Türkiye'nin damarlarında dolanıyor. En azılı suçlarından bile kendilerine mağduriyet yontanlar, sevdiği kadından karşılık vermedi diye kadının suratına büyük aşklarından dolayı kezzap atmakta sakınca görmeyenler, toplumu sürükledikleri bok bataklarında payı olduğunu kabul etmeyip iç ve dış düşmanlar yaratanlar ve bu düşmanlara boktan hayatlarının hıncıyla ölümüne saldıranlar, yaptığı tüm zulümleri işlenmemiş suçların intikamı olarak gösterip aklayanlar, Allah'ı kendi arkalarına alıp şirke düşmekten çekinmeyenler arabesk felsefesinin dışavurumudur.

 Ancak arabesk felsefesi yüzünden toplum bu halde değil. Toplumun temelinde zaten arabesk kültür yattığı için arabesk felsefesi geliştirilmiştir. Bütün o arabesk ikonları, şarkıları, filmleri bu hastalığın açtığı yara ve irinlerden başka bir şey değildir.

 Arabeskin temsil ettiği acılar da yapaydır. Çünkü arabesk acısının temeli birey dışında kalanlardır. Oysa gerçek acının büyük bir kısmı kendi içimizden, kendi kusurlarımızdan kaynaklanır ve gerçek acıyla yüzleşebilmek zordur fakat arabesk felsefesi insanlara kaçış alanı sağlar. Kendisinden korkan her yavşağın sığınağıdır arabesk.

 Eeee, Yıldız Tilbe dinler miyiz?

14 Eylül 2015 Pazartesi

Sen Bir Süper Kahramansın!

 Hey, sen! Evet, evet sana diyorum! Sen kalabalıklar içerisindeki yalnız, sen beyazlar içerisindeki kara, sen dümdüz zemindeki pürüz, sana sesleniyorum!

 Biliyorum kendini çok yalnız hissediyorsun. Sanki dünyada yaşayan herkes birlik olmuş ve senin üzerine üzerine geliyor değil mi? Neden böyle yapıyorlar bunu da gayet iyi biliyorsun. Çünkü sen o kadar farklı, topluma o kadar aykırı birisisin ki toplum seni sindiremiyor ve de kendisine benzetmeye çalışıyor. Ama sen hayat felsefenle, dinlediğin müzikle, okuduğun kitaplarla, giyim tarzınla ve hatta yürüyüş şeklinle bile onlardan çok çok farklısın. Onlar sadece birbirine senkronize olmuş uygun adım ilerleyen bir koyun sürüsü zaten değil mi? Ama sen öyle değilsin. Herkesin dümdüz yürüdüğü yolda geriye doğru yürüyebilirsin ya da yola yüzüstü uzanabilirsin. Sonuçta sana göre önemli olan bir yere gitmek değil yolun kendisidir değil mi?

 Halk kitlelerinden nefret ediyorsun çünkü onlar duş almayan, boktan partilere oy veren, önlerine sunulanı tüketilen, araştırmayan mal kitlesi değil mi? Hatta onları adlandırmak için güzel bir tanımın bile var; Anadolu Çomarı! Ama bu tabiri ortaya atan ve sık sık kullanan ekşici piçlerle de alakan olduğu söylenemez. Sonuçta onlar da hiçbir siki beğenmeyen, tüm gün bilgisayar başında pinekleyen bugüne kadar hiçbir şey başaramamış kişiler değil mi?

 Sahi bir şey başarmak demişken henüz somut olarak bir başarın olmasa bile kafanın içi fıkır fıkır! Bir sürü harikulade fikirle dolu bir beynin var! Film çeksen Tarkovsky, müziğe kafa yorsan Tchaikovsky, edebiyatla uğraşırsan da içinden bir Bukowski fırlayacağını biliyorsun. Çünkü sen her şeyi objektif olarak görüp hatalarını bulup düzeltme konusunda ustasın ve düşündüğün şeyler eminim ki senden önce yaşamış olan ve şu anda da seninle birlikte yaşayan hiçbir insanın aklına gelmemiştir çünkü sen mükemmelsin!

 O kadar mükemmelsin ki bu harikuladeliğin dinlediğin müzikte bile tezahür ediyor. Topu topu 6 kişinin dinlediği bir avangart post-modern atmospheric psychedlic progressive black metal grubunun büyük bir hayranısın. Zaten bu grup dışındaki tüm müzisyenler de ilk üç albümden sonra bozmuştur. Bu grup da çift haneli dinleyici sayısına eriştiğinde senin beğenini kaybedecektir. Zira senin diğer halk kitleleriyle aynı şeyi dinlemen sana büyük bir hakaret sayılırdı!

 Halk kitleleri demişken seni hiçbir kitleye hapsedemeyiz çünkü aidiyet denen duygudan doğuştan muafsın. Tüm ideolojiler boktan, tüm siyasi hareketler saçma ve herkes de faşist değil mi? Anarşist olduğunu da söyleyemeyiz senin. Çünkü anarşizm de sana göre boktan. Boktan çünkü eleştirisini okudun. Zaten sen fikirlerden önce eleştirileri okursun. Çünkü fikirleri okuduğunda doğrudan eleştirileri fark edecek muhteşem bir zekaya sahipsin ve değerli vaktini de bu uzun ve gereksiz yazıları okuyup eleştirilecek noktaları bulmakla çar çur etmen hiçbir şekilde söylenemez hatta söylenmesi teklif dahi edilemez.

 Ne kadar aidiyetten muaf da olsan önemli toplumsal olaylarda seni elinde inanmadığın değerlerin bayraklarını taşırken görebiliriz. Sonrasında da seni inanmadığın ama taşıdığın bu değerlerin eleştirisini yapıyorken görebiliriz. Toplumsal olaylar da her ne kadar övündüğün aidiyetsizliğini kaybetsen de sonrasında eleştirini yapman durumu kurtarıyor.

 Sahi eleştiri demişken her başarılı erkeğin arkasındaki kadın gibi senin muazzamlığının arkasında da akıl dolu eleştirilerin var değil mi? Hatta şu an bunu okuduktan sonra "ahahaha tam benim yapacağım bir eleştiri" diyeceksin ve kendini de eleştireceksin. Böylece kendi benliğinden bile arınıp daha da muazzam olacaksın değil mi?

 Sen tüm mükemmelliği biz avamların erişemeyeceği o über beyninde barınan bir süper kahramansın!

4 Eylül 2015 Cuma

Farklı Ağızlardan Aynı Caz, Farklı Götlerden Aynı Bok

-Şişşt lan! Niye burada tek başına oturuyorsun, bak arkadaşların hep orada oturuyor, gidip yanlarına otursana
+Yok abi orada kızlar oturuyor karı mıyım ben orada oturayım?

 Her zaman insanları durdukları safa bağlayan, iman dolu bir aidiyet zinciri vardır. Sonucu ne olursa olmalı bu zincirle ve bu zincirin izin verdiği yerlerde-merkezde olması daha makbul- oturmalı. Boru mu lan zincir bilindik zincirlerden değil öyle. Bir halkası din, öteki vatan, diğeri devrim, başkası millet, beriki özgürlük, gerideki anadil, teki bok, çifti püsür vs... Ataların bu zinciri örmek için kanının son damlasına kadar savaşmış lan bu zincir ne zorluklarla örüldü bir bok bildiğin yok ya da tarih kitaplarında, belgelerde böyle yazıyor ama ne önemi var lan! Zincir orada kırmızı kırmızı sallanıyor işte! Kötü bir şey olsa niye doğuştan seni oraya zincirlesinler? Hem ekmeğini bu zincirin altında yiyip suyunu burada içmiyor musun? Zincir zincirdir işte sen bok kadar bir şeysin zincir karşısında. Bak karşıda senin tarafındaki zincirlerle bağlı olmayanların haline! Bak onların zincirlerine iyice bak! Senin ayağındaki zincirleri bağlamak yerine başkalarının zincirlerini bağlayanlara! Bir avuç zavallı onlar! Keşke sadece zavallı olsalar onlar düpedüz hain ulan! Bugün senin zincirlerini reddeden bütün o yavşaklar yarın gelip kendi zincirlerini sana bağlamaya çalışacak! Bak şu utanmazlara! Ulan bu zincirleri ören atalarımız zamanında ne sikmişti onların zincirlerinin ustalarını be! Bunlar yine de utanmadan gelip kendi zincirlerini sana karşı şakırdatıyor! Bak mutluymuşlar gibi hem de ama sen dur inanma onlara. Bak şimdi soralım; "Hişşşt lan orospu çocukları mutlu musunuz?"
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/26255573.asp
Bak işte mutsuzlarmış hahahahaha! Bre cahiller biz size öğretmedik mi asıl mutluluğun yolunu, yazmadık mı lan dağlara koca koca "NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE"? Bizim zincirlerimizi kuşanmadıkça tabii ki mutsuz olursunuz ulan! Bak hele şunlara hala utanmadan sallıyorlar ya zincirlerini! Bak bunların hepsi tehdit! Senin tek ve yüce varlığın olan zincirlerini kırmak istiyorlar! Ne demek "Peki ya canım?"? Canın bir bok değil! Bu zincir olmasaydı canın mı olacaktı ulan köpek! Güzel demek anlıyorsun artık. Şimdi anladığına göre sırada harekete geçmek var. Kalk ve farklı zincirlerini sallayanların hepsini gebert! Sen gebertmezsen onlar gebertecek! Çünkü bir sen varsın bir de onlar! Başka da bir bok yok! Eğer sen şimdi kalkıp onları gebertmezsen onlar gelip seni gebertecek. Hadi sen geberdin diyelim peki senin zincirine ne olacak? Söyleyeyim, onu kırıp yerine kendilerininkinden takacaklar. Bu aşağılık barbarlar dünyadaki tüm zincirler kendilerininkinin renginde olana kadar durmayacaklar. Kendilerinin rengi de bir boka benzese bari. Hadi aslanım sen yaparsın, güçlüsün! Bu zinciri örenlerin soyundansın zaten. O pisliklerin zincirlerini kırıp kendi şanlı zincirini dikene dek sana bu dünyada rahat yok. Ancak tüm dünya senin zincirinle bağlanırsa huzur hakim olabilir. Ölürsen ne mi olacak? Korkma, ölmezsin, ölürsen de zincire şehidimiz, ölümsüzümüz, sikimiz, daşşağımız diye ekleriz geride kalanlara anı olarak eşlik edip cesaret verirsin. Ne demek bunları istemiyorum? Onlardan mısın yoksa? Zincirler niye mi burada? Siktir git lan vatan haini! O çok beğendiğin zincirleri kuşan o zaman ama gazabımız merhametimizi aşacaktır! Zincir istemiyor musun? Kafayı yemiş lan bu, siktir git elimde kalacaksın!

-Erkeksin yani, gurur duyuyor musun bundan?
+Tabii abi gurur duyulmaz mı?
-İyi iyi aferin.

Ve her yer birbirinin tekrarından ibaret değil, birbirinin tekrarının tekrarından ibaret.

Yankılar, yankılar, yankılar...

21 Temmuz 2015 Salı

EŞEĞİN SİKİ BALADI

 O basit bir eşeğin sikiydi
Ufku boz eşeğin bacaklarının arası kadar ve kahverengi
Kulaklarında tekdüze eşek adımlarının uyumsuz melodisi
O basit bir eşeğin sikiydi
Basitti acıları ya da keyifleri
Bazen gaza gelip dört nala koşan eşeğin yarattığı meltemi
Ya da kırk yılda bir girip de içine tükürdüğü etten tüneli
Eşeğin adımlarının ezdiği
Yeşilden kahverengiye çalan çimenleri
Severdi
O basit bir eşeğin sikiydi
Dünyası küçüktü
Hayatı küçüktü
Keyifleri ve acıları küçüktü
Eşeğin bacak arasının dışını
Hayal bile edemezdi
Bir gün tembelce takılırken eşeğin siki
Gelip üstüne kondu rengarenk kelebeğin biri
Şok oldu eşeğin siki
Görmemişti o güne dek böyle güzel bir şeyi
Ayakların narin dokunuşunu
Unutulmak istenmeyen bir hatıra gibi çekiverdi içerisine teni
Kanatlarının gölgesi altında durdu zaman
Talan oldu mekan
O basit bir eşeğin sikiydi
Bu kelebek de gördüğü en güzel şeydi
Geleli çok olmamıştı ki sıkıldı kelebek
Çırptı kanatlarını ve uzaklaştı oradan bilerek
O basit bir eşeğin sikiydi
Ve basit hayatını değiştiriverdi bu kelebek
Düşledi kahverengi dışındaki renkleri
İşitmeye çalıştı tek düze nal sesleri dışındaki senfoniyi
Hissetmeye çalıştı özgür ve renkli kanatların meltemini
Ama beceremedi bunları, eşeğin siki
Birkaç saniyeliğine kavuştuğu özgürlük
Çoktan onu bırakıp terk etmişti
Dünyası hala küçüktü
Ama dünyasına sığamayacak kadar büyümüştü kederi
Olanlara anlam veremedi eşeğin siki
Neden bulamadı güzelliklerin gidişine
Günler sürdü bu şaşkın ruh hali
Ardından imdadına koştu bir su birikintisi
İzledi buradan aksini
Bütün çirkinliğiyle öylece duran eşeğin siki
Kendisi taşımıyordu meleklere layık renkleri
Hatta düpedüz çirkindi
O an anladı her şeyi eşeğin siki
O basit bir eşeğin sikiydi
Çirkindi ve de tekdüzeydi
Hiç hak etmemişti o güzelim kelebeği
Grotesk ve kahverengiydi
Hayatının renk paleti
Biçimsiz ve de oldukça çirkindi
Sahip olduğu her şeyi
O basit bir eşeğin sikiydi
Ve güzelim kelebeği hiç hak etmemişti
O an yalvardı tanrıya eşeğin siki;
“Neden izin verdin ki ona
Ben memnunken hayatımdan
Çirkinlikten başka bir şey görmediğimden
Alışmışken çirkinliğime
Neden soktun güzelliği hayatıma
Neden utandırdın kendimi varlığımdan
Hayatım ve dünyam küçücükken
Bu ağır hüznü neden yükledin çirkin bedenime”
Ardından bir sessizlik kesti gökyüzünü
Sonsuza dek de bir ses işitilmedi
Tanrı, ona ne duyurdu sesini ne de gösterdi yüzünü

Çünkü o basit bir eşeğin sikiydi

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Çeşit Veda

 Dostlar merhaba.
 Burayı aslında bu tür yazılar için kullanmıyorum. Fakat uzun bir açıklama yapmam gerektiğini düşündüm. Hoş, benim açıklamam büyük bir ihtimalle sizi ilgilendirmiyordur fakat bu metni yazmak zorunda hissediyorum. Bu sizden önce kendime karşı bir sorumluluk gibi geliyor.
 Sosyal medya dediğimiz internetin popülerleşmesiyle var olmaya başlamış, son 5-6 senede ise büyük bir patlama yaşamış oluşumun içerisindeyiz hepimiz. Bu oluşum kimi zaman insanların ufkunu açtı, kimi zamansa aralarını, bazen devrimler yarattı, bazense bağımlı ve pasifize bireyler, hayatın ufak bir ayrıntısı olarak başlayıp onun vazgeçilemez bir uzvuna da dönüştü, bazıları içinse hayatın bizzat kendisi oldu. Çünkü buralar yeni topraklardı. Hani sürekli deriz ya; "İnsanın üç kişiliği vardır; olduğu, olmak istediği ve olduğunu sandığı" diye, işte bu topraklar herkesin kendi sınırları içerisinde ikinci kişiliğe geçmesine izin veren bir yapıdaydı. Hayatın, sistemin, ailemizin, toplumun, yeteneklerimizin bize sunduğu şartlar ve imkanlar dolayısıyla ikinci kişiliğe geçmek konusunda sıkıntılar yaşayan ve üçüncü kişiliği ile de bir takım sorunları olan herkes bu yeni topraklarda ikinci kişiliğine bürünüp özgürce at koşturabildi. Burada herkes ikinci kişilik boyutunda olduğu için herkes daha az sorunlu ve daha çok mükemmeldi. Burası belki de bir toplumbilimci için ütopyaydı. Ama günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali ilerleyip geçerken burada yaşayan ruhlarda erozyona sebep oldu. Birinci kişiliğe yönelik bağları da bazı özellikleri de kendisiyle beraber sürükleyip götürdü. Ve bu insanları; burada yaşayan, gerçek dediğimiz hayatta ise sadece buradaki yaşamını devam ettirebilecek eylemleri devam ettirecek bireyler haline getirdi. Bunlar size deli saçması gelebilir, bir milyon kere duyulmuş klişe zırvalar gibi gelebilir. Ama üzülerek söylüyorum ki bunlar gerçek.
 Misal; ilköğretimde matematik sorularını daha hızlı okumak için okutulan kitaplar dışında bir şey okumamış kişiler burada dünyaya yön vermiş yazar, filozof ve şairlerden yaptığı alıntılarla yaşıyor. Hatta o kişilere ait olmayan sözleri bile o kişilere atfederek dünya tarihini değiştirebilmiş bu şahısların edebi kişiliğini değiştiriyor. Yahut dostluk anlayışı çıkarcılık olan ikiyüzlüler arkadaş canlısı, masumiyet karinesi ve sadece iyi niyetinden kaybedenlere has o yüz ifadesini taşıyan maskelerini takıp selfie çekiyorlar. Tiksinecek kadar yakından tanıdıklarınızı buralarda bir kere daha tanımaya çalışmadınız mı? Sahip olmadıklarına burada sahip olanlar veya olmaya çalışanlar gibi sahip olduklarını görgüsüzce buraya sıçratıp insanların gözlerine sokanlar, onların varlığına inanıyor musunuz? Varlıklı bir aileden gelmenin artısını buraya taşıyıp bir tahtmış gibi üzerine oturup insanları yargılayan görgüsüzlük krallarını görmediniz mi? Normal şartlarda memelerinin dikizlenmesi karşısında travma yaşayacak kadar "hassas ruhlu" prenseslerimiz her fotoğraflarına dolgun meme veya kalçalarını sıkıştırma derdinde değil mi? Daha doğrusu salt bu bölgelerini fotoğraflayıp da ayıp olmasın diye suratlarını ebleh bir ifadeyle kadraja sığdırmıyorlar mı? Ve bu hassas ruhlu insanlar da normal şartlar altında dikizlenmesine tahammül bile edemediği özelliklerini milyonlarca kullanıcısı olan toprakların kamusuna açmıyor mu? Cinselliğini gidereceği bir partner ya da peçete arayan insanlarla dolmadı mı her yer? İdraki kasıklarına inmiş, iğrenç bir şekilde şehvet kokanların sosyal medya maskesiyle dolandığı bir et pazarına dönüştü her yer. Kokusunu alamıyor musunuz? Ya da bizim hakkımızda bilgi toplamasından dolayı çekindiğimiz devletin buradaki dini, ideolojik, felsefi, yaşamsal tüm fikirlerimizi serbestçe saçtığımız profillerimize erişemeyeceğini mi düşündünüz? Devletin fişlenmişler listesine bir "arama çubuğu" kadar yakınız. İnsanlar olarak gerçekten de çok tuhafız. Bize çekilen bıçağa karşı dururuz fakat aynı bıçak biraz süslenip, güzel kokulara sürünürse onu incelemek için dibine kadar gireriz. Bıçağın bizi öldürme ihtimaliyse her zaman "Aman canım abartıyorsun, iyi bir şey bu, bak şu bıçağın güzelliğine faydalarına" şeklinde karşılıklar bulur. İşin kötüsüyse bıçak şahdamarımızı kesip hayatımızı oluk oluk dışarıya boşaltsa dahi anlayamayız. İş işten geçince de ölü bilincimizle bıçağın bizi öldürdüğü kanısına varamayız bile.
 Buralar önceden serbest fikir ortamı, iletişim kanalı, aynı beğeni ve zevklere sahip kişilerin birbirini bulabileceği yerler gibi gelirdi. Bizler özelliklerimizi, karakterimizi, beğenilerimizi yaşam tarzımızı buraya belirtirken Platon'un mağara istiaresinde yaşar gibiydik. Oysa mağaranın duvarına yansıyan "gerçek" hayatımızdı. Yansımasını buradan alan, buranın kötü bir kopyasından başka bir şey olmayan bir şeye dönüşmüştü. Kendimiz olabileceğimiz yer gerçek gibi gelmeye başlamıştı. İnsanların ikiyüzlülüğünden, insan ilişkilerinin sahteliğinden, toplumun baskılarından uzakta sadece kendimizle başbaşa kaldığımız bir yerdi. Gece yastığa başımızı koyduğumuzdaki zihnimizin içi gibiydi. Oysa çok geçmedi, kendimizle birlikte varoluşumuzdaki pisliği de buraya getirdik. Tüm kötülüklerimiz benliğimizin her alanına nüfuz etmişti ve ikinci kişiliğimiz de bundan payını fazlasıyla almıştı. Buraların da "gerçek" hayatımıza dönüşmesi uzun sürmedi. Fakat buralarda her yeni profil yeni bir kişilik demekti. Böylece herkes buradaki "Gerçek dünyanın" dominantı olabilmek için sınırsız krediye sahipti. Gerçek dünyadan daha beter güç ve ego gösterilerinin de alanı oldu burası. Çünkü unuttuğumuz şey şuydu; tek ütopya insanların içinde barınmadığı ütopyadır.
 Ben artık sıkıldım dostlar. Gerçek dünyadan sıkıldığımda bulaştığım buraların bana bu kadar hükmetmesinden sıkıldım. Aklıma güzel bir fikir geldikten sonra hemen "Aaa iyiymiş ben bununla ilgili tweet atayım" diye düşünmekten sıkıldım. Sosyal ve egosal bir hiyerarşi kıstası olan fav, rt, beğeni sisteminden ve bu sisteme uymaktan sıkıldım. Açıkçası biraz da korkuyorum. Birkaç sene öncesine kadar varolmayan bir şeyin şimdi hayatımızın olağan ve hatta vazgeçilmez bir parçası olarak sayılmasından korkuyorum. Arkadaşlarımla bir yere gittiğimde internetten bunu bir check-in'le belirtmeyi isteyeceğimden korkuyorum, her ne kadar çok harika olmasa da düşüncelerimin istemeden de olsa buraların belirleyeceği sınırlara tıkılmasından korkuyorum, nadiren çektirdiğim fotoğraflarımın tek anlamının "beğeni almak"a dönüşmesinden korkuyorum, başkalarıyla paylaşmayacaksam dinlediğim müziğin bir anlam ifade edememesinden korkuyorum.
 Bütün bunlara beni zorlayan bir şey yok. Ama zaten sosyal medya denen şey bir zorlamadan çok gönüllü bir köleliktir. Sana artılarını sunup birlikte olmaya ikna eder ve ardından kafandaki anlamların hepsini kendisine göre yontar. Ve tamamen karaktersel tüketime yönelik bu sitelerin de çalışma prensibi sigara içmek gibidir. İhtiyacın kadarını içip bırakacağını kendine söylersin fakat içtikten sonra dozunu giderek arttırırsın. Her zaman da kendine şunu söylettirir; "Ne olacak ki istersem bırakırım". Ancak bunun yanlışlığını fark edene kadar önceleri sadece akşam yemekleri sonrası tüttürdüğün sigara olmadan bir saat bile dayanamayacağını fark etmeye eşdeğer bir süre geçer. Geçtikten sonraya iş işten geçmiştir zaten.
 Bunları ciddiye almak, bunlardan feyz almak zorunda değilsiniz. Çünkü burada yazılanlar sadece öznel olanın genele yayılarak kendisine duygularında ve düşüncelerinde yalnız olmadığını söylemeye çalışan birisinin düşünceleridir. Sadece biraz sitem, yanlışlanabilir birkaç fikir ve bir veda vardır. Bunları da şimdiye kadar anlamışsınızdır.
 Sözün özü dostlar; kendisini sosyal medya bağımlısı olarak tanımlayabilecek birisi olarak kısa bir süre önce Facebook hesabımı sildim, ardından diğer hesaplara bakış sıklığımı azalttım, daha çok kendime yöneldim ve diğer hesaplarımı da yavaş yavaş kapatacağım. Beni buralardan tanıyan ve bu yazıyı sonuna kadar okuyacak kadar bana değer veren kişilere bir veda mektubudur bu. Ama benim sözüme pek güvenilmez, her an geri gelebilirim de. O zamana kadar hepiniz hoşça kalın.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Tuvalet Deliği Cazı

 Kocaman bir boşluktan ibaretim. Belki de küçük bir boşluktur. Derimin altında taşıdığım hiçliğin boyutu ya da ölçülebilirliği hakkında ufak da olsa bir fikrim yok. Tek bildiğim bu boşluğu içimde taşıdığım ya da o beni dışında taşıyor. Bilmiyorum. Böyle bir şeyle yaşayınca aidiyet kavramının da bir önemi kalmıyor. Daha doğrusu hiçbir kavramın önemi kalmıyor. Dokunduğum, deneyimlediğim, arzuladığım, nefret ettiğim kısacası hakkında bir şeyler hissettiğim her şeyi içine çeken bir boşluk bu.

 "Hiçbir şey vardan yok, yoktan ise var olamaz" derler, işte bu yanlış. Fiziğin temel yasası olması, evrenimizin mimarisinin hammaddesi olması bile bunun benim açımdan yalan olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu yanlıştır çünkü bu boşluk temas ettiğim her şeyin değerini yok ediyor. Kavramları öğütüp bu dünyadan çok uzaklara, hiç var olmamış diyarlara gönderiyor. Bunu benden başka kimse görmüyor çünkü o boşluğa sızan ışıkta dünyayı izleyen tek göz bana ait. Nesne anlamdan kopuyor, değerler dibe çöküyor, kıyamet kopuyor ve bunu da sadece ben görüyorum. Kendi kişisel cehennemimin locasından yok oluşun kuralsız ve delirmiş senfonisi seyrediyorum. Boşluktan kaçmak istiyorum. İnanın bana bu çabalarımın beyhude olduğunu anlayacak kadar çok onu terk etmeyi denedim(Not düşülsün; öğrenme konusunda sıkıntılarım vardır). Olmuyor, kurtulamıyorum. O bedenimin bir parçası gibi oldu artık. El gibi, bacak gibi, dil gibi, göz gibi, penis gibi bir parçam oldu. Hoş böyle olsaydı tek bir bıçak darbesiyle boşluğumu kendimden ayırıp kan kaybından geberene kadar huzurla dünyadan arta kalanları seyredebilirdim ancak boşluk bundan daha fazlası. Etten, kemikten, cisimden de öte bir hal aldı. Kendi beğenilerimi, arzularımı, hayallerimi, duygularımı içimden söküp attı ve kendisi yerleşti. İçimde başkasını taşıma
k fikri ne kadar kötü görünse de alışılabilir ve kabul edilebilir bir şey. Zaten kabulleniş için gerekli iki koşul vardır; zaman ve direnç(Not düşülsün; pek dirençli birisi değilimdir). Ancak boşluğu kabullenmek için bütün kurallar değişiyor. Kendisinin evrenin temel kuralını değiştirdiği gibi kabullenişin kurallarını da değiştiriyor. Ya da kabullenişi de içine çekip bir yerlere gönderiyor bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var boşluğu kabulleniş olmuyor. İçiniz bomboşken ayakta durmak bile zor geliyor, gülmek, konuşmak, sevmek, şu güzel bahar gününde masmavi gökyüzünün altında yaşamak bile zor geliyor ve en kötüsü de ölüm bile zor geliyor. Düzelteyim; ölüm zor gelmiyor aslında sadece gereksiz geliyor. İçinizde evrenin ölümünü taşıdığınız için, dışarıdaki her şey hareket eden cesetlerden oluşmuş gibi göründüğü için, ölümle iç içe, ölümü içinizde, ölümün içinde yaşadığınız için ölüm bile gereksiz geliyor.
Nihai son; anlayış! Anlıyorsunuz ki boşluk dışarıdan gelen, yapay bir misafir değil! Boşluğu oraya kimse koymadı, boşluk sizden yaşlı ya da genç değil! Boşluk sizsiniz. Sizinle doğup sizinle gören şey o işte! Tiksinti ve yenilgilerinizin toplamı bu boşluk! Boşluk sensin!
Ben boşluğum,
Ben boşluğum,
Ben boşluğum,
Son bir soru;
Why am I such a void?
https://youtu.be/ERNxkZeQIEA

21 Mart 2015 Cumartesi

Terörün Manifestosu

-Bir arkadaşım anlatmıştı. Bir adam gecenin bir vakti uyanıyor. Ancak bir gariplik var; uyandığı yer tavan. Yatağını ve odasını tam tepeden görecek şekilde uyanıyor. İşin daha da garibi yatağında yine kendisinin uyuduğunu görüyor. Çığlık atmaya, oradan inmeye çalışıyor ama attığı her çığlık ağzından dışarı sadece hırıltı olarak çıkıyor, kolunu her kaldırmaya çalıştığında kolu üstüne binmiş tonlarca yük hissediyor. Bu kötü bir kabus olmalı diye düşünüp gözlerini sımsıkı kapatıyor ama her açışında yine yatağın içinde uyuyan kendisini görüyor. Öylece durup bekliyor. Bir süre sonra yatağının içindeki kendisinin kalktığını ve başının altındaki yastığı alarak karısının kafası üstüne bastırıyor. Adam tavandan dehşetle karısının ölümünü izliyor. Karısının tüm çırpınışlarını görüp, yastığın altından gelen boğuk sesini işitebiliyor. Karısı öldükten sonra izlediği kendisi odadan çıkıyor. Tavandakiyse korkarak kaçmaya, hareket etmeye çalışıyor ama yine başaramıyor. Kalkan kendisinin önce mutfağa gittiğini hissediyor, ardından mutfaktan çıkıp çocuklarının odasına girdiğini. Çocukların odasından gelen çığlık seslerini duyup korkudan ağlamaya çalışıyor ama takdir edersin ki yine beceremiyor. Ardından yatak odasına üstü başı kan içinde ve elinde bıçakla girdiğini görüyor. Kendisi yerindeki kişi yatağa girip tavandakine son bir göz kırpıyor ve bizim adam da uykuya dalıyor. Sabah alarmın sesiyle uyandığında bu sefer tavanda olmadığına şükrediyor. "Kötü bir kabustu her halde" diye içinden geçirip yataktan kalkıyor. Ama yataktan kalktığında üstünün başının kan içinde karısınınsa kafasının üstünde bir yastıkla kımıldamadan yattığını görüyor. Yani gece yaşanan her şey gerçekti. Karısı ve çocukları gerçekten de öldürülmüş. Tabii haber hemen yayılıyor, gazete manşetlerine falan konu oluyor. Tüm ülke sıradan bir hayatı olan ve hiçbir sıkıntısı olmayan, insanlarla gül gibi geçinen bir memurun neden böyle bir şey yaptığına anlam veremiyor. Herkese göre o adam karısını ve biri bebek iki çocuğunu öldürdü. Ama bana sorarsan bu adam dört kişiyi öldürdü. Karısını, 2 çocuğunu ve de kendisini. Çünkü olmak isteyip de olmaya cesaret edemediği bu yüzden bilincinin altında bastırdığı kişi kontrolünü ele geçirip adamın bilindik dünyasını ve sahip olduğu her şeyi yok etmişti. Bu sayede bilinçaltına hapsedilene yer açılmıştı. Adamın dışarıya karşı takındığı kişiliğin düşmesiyle oluşan boşluğa rahatça oturabilecekti. Kendisini yukarıdan görmesinin sebebi de sakladığı bu kişiliği aşağılık ve ezik olarak görmesinden ileri geliyor. Yani aşağı olan ve ezileni adamın üstün ve efendi yönü baskı altında tutuyordu. Ama ezilenler ve baskı altında tutulanlar zamanı gelince varolan tüm sistemleri baş aşağı edecek kadar büyük bir nefretle bileniyorlar. İşte biz de dünyanın aşağıladığı ve tepeden baktığı kişileriz. Bizim zamanımız da geldi ve dünya kendine kaçacak bir yer arasa iyi olur aksi halde parmak uçlarımızdan bile fışkıran nefretimizle baştan aşağı yıkanmak zorunda kalacaklar!

15 Mart 2015 Pazar

Kan Manifestosu

 İnsanın varoluşuyla ilgili en çirkin çıkarımlardan birisi de insana yüce, kutsal ve kurtarıcı bir görev verilmesidir. İnsanın kişiliğini ve yapısını hiçe sayan, meleksi ve egoist bir çıkarımdır bu aynı zamanda. Doğadaki yerimiz bellidir. Diğer bütün hayvanlara eşitiz. Diğer bütün hayvanlar gibi yaşıyoruz ve tek maksadımız daha fazla hayatta kalmak. Sağlık araştırmaları, gıda teknolojisi, mimari ve gerektiğinde kaçabileceğimiz bir gezegen bulmak uğruna yaptığımız uzay araştırmaları hepsi de insanın korkakça hayata tutunma arzusunun bir tezahürüdür. Ve bu korkaklık utanılması gereken bir şey değildir. Bu korkaklık tüm canlılarda zaten vardır. Yani biz ve diğer canlılar varoluşsal olarak eşitiz.
 Fakat insanın bu basit görevini sindiremeyen, egosunun kurbanı olan ve varoluşunun ziyanını gidermeye çalışan duygusal veganlar ise insana doğaüstü bir görev biçer. Bu veganlara göre insan diğer canlılarla kesinlikle eşit değildir. İnsan hepsinden üstündür ve bu üstünlüğe göre yaşamını devam ettirmelidir. Sorsan hepsi de türcülüğe ve insanı üstün tutan sisteme karşıdır. Ancak bilmezler ki insanın bir hayvanı katledip yemesi bir çiçeğin serpilip güzel kokular saçması kadar doğal ve gereklidir. Sevgiyle yoğrulmuş bilinçleri en yakın akrabalarımız olan şempanzelerin cinayetlerini doğal ve olağan karşılarken insanın hayatta kalması için öldürmesini canilik ve barbarlık olarak algılar. Ve sözüm ona hepsi de doğallıktan yanadır! Sikmişim onların doğallık anlayışını! 
 Sırf kendilerini üstün tutmak için iyilik, ahlak, erdem gibi hiç de doğal olmayan kavramlara sımsıkı sarılanlar kendileri değil mi? Harem kurmuş erkek hayvanların dişiler üzerindeki hegemonyasını görmeyip ataerkilliğe doğadışı diyenler, çiftleşemeyen su samurlarının fok bebeklerine tecavüz edip onları öldürüp ve sikmeye devam etmelerini, doğadaki pedofili, tecavüz ve nekrofiliyi görmeyip insanın kötücül doğasında yatan bu dürtüleri doğadışı kabul edenler, barbarlık raddesinde et düşkünü olan hayvanların yediklerini doğal sayıp tabağımızdaki pirzolayı çöpe dökmek isteyenler, her zaman doğadan yana olduğunu söyleyip şirinlik yapması için yanlarında doğası bozulmuş ucube köpekler ve kediler taşıyanlar bunlar değil mi?
 Ve tanrıyı bile kendi ahlak ve erdem çerçeveleri içerisinde yaratma cüreti gösteren bu kafirlerin insanı yüce ve üstün gördüğünü görmemek imkansız mı? 
 Oysa onlar bilmezler, onlar bilmezler doğa ne demek, onlar bilmezler tanrı ne demek! Doğa hiçbir zaman güzelce açan çiçeklerden ve mutlu mesut oynaşan Disney hayvanlarından ibaret olmadı! Doğa her zaman güçsüzü silip güçlüye kucak açtı. Ve kurbanlar da katiller de güçlendi. Cinayetlerin şiddet dozajı da daha çok arttı. Baktığımız güzel göl manzaralarının altmetninde binlerce yıldır süregelen kanlı bir savaş yatıyor! Başını okşadığımız kedilerin ağzında tüylü ve sevimli cinayetler taşıyor! Doğa kan kokuyor ve her yerinde leş var! İnsanlar, bitkiler, hayvanlar ve tanrı da doğanın bir parçası ve hepsi kötü, hepsi katil, hepsi adi.
 Yanlış anlamayın, bu bir tecavüz, yamyamlık veya savaş güzellemesi değildir, bu topyekün doğaya edilmiş bir küfürdür.

4 Mart 2015 Çarşamba

İlk Kitap Yazma Girişimim (Yarrak gibi)

                                                                     -1-
 Balkonlarında çiçekler bulunmayan çok katlı binalar griydi, binaların arasını dolduran asfalt ve kaldırımlar griydi, asfalt ve kaldırımların üstünde ilerleyen arabalar griydi, güneş ışınlarını filtresinden geçiren gökyüzü griydi, şehri ortasından kesen deniz griydi. Her şey griydi. Aralara sıkıştırılmış ağaçlar da şehrin ambiyansına uymak için sonbaharı bahane ederek yapraklarını dökmüş ve grileşmişlerdi. Şehir betondan yapılmış büyük ve gri bir top gibi günlük hayat rutininde ilerlemeye devam ediyordu kısacası.
 Oturduğum banktan denize doğru bakıyordum. Ama bakarken ne denizi görüyordum ne de denize dair bir şey düşünüyordum. Deniz deyince aklıma önümde uzanan bu şeyden önce televizyonlarda gösterilen o sualtı belgeselleri geliyordu zaten. Denize bakmak için en ufak bir isteğim de yoktu. O an orada bulunduğum için denizi izlemek zorunda hissediyordum sadece, hepsi bu! Her şey görev icabıydı zaten. Az sonra ilerideki çiçekçi kadın gelecekti, o da görev icabıydı, bana çiçek satmaya çalışacaktı, o da görev icabıydı, çiçeği alacağım kimse olmadığı için almayacaktım, o da görev icabıydı, söylene söylene gidecekti, o da görev icabıydı. Ve hepimiz bu görevlerimizi ve sonuçlarını biliyorduk ama yine de görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmek için çabalıyorduk, zorunda hissediyorduk. Olmazsa bir şeyler daima eksik kalacak gibiydi. Belki bu his de görevi verenlerin her şeyi doğru yapmamız için hissetmemizi sağladıkları yapay bir şeydi. Bilmiyorum, zaten düşünmek zorunda da değildim, böyle bir görevim yoktu. Bunları düşündükten sonra şehrin her gün aynı yerden yuvarlanmaya başlayıp, aynı devinimleri yapan büyük, gri ve beton bir top olduğuna olan inancım giderek arttı.
 Banktan kalkıp deniz boyunca yürümeye başladım. Karşıdan yalpalayarak bir kedi geliyordu. Kapkara ve parlak tüyleri arasında beyaz bir nokta göze çarpıyordu. Öndeki iki bacağının tam ortasındaki bu beyazlık vücudunun karalığından hiç etkilenmemişti ve kar gibi bembeyazdı. Yeşil ve kocaman gözleriyle korkarak etrafına bakınıyordu. Boynundaki kırmızı tasmadan ve siyah kürkünün temizliğinden anladığım kadarıyla bu kedinin bir sahibi olmalıydı. Yalpalarken kafasını sağa sola kaldırıyordu ama asla bana direkt olarak bakmıyordu. Yanına giderek yaklaştım. Çömelip elimi uzattığımda ise kedi çılgına döndü. Önce gürültülü bir şekilde miyavlayıp tırnaklı patilerini sağa sola savurdu. Ben ürküp geriye çekildiğimde ise bir insanla karşı karşıya olduğunu anlamış olacak ki türünün tarihi boyunca tehlike karşısında hayatta tutan saldır veya kaç içgüdülerinden ikincisini harekete geçirdi. Önüne bakmadan bir mermi gibi hızla koşturuyordu. Ama yalpalaması hala geçmediği için güzergâhı boyunca çeşitli falsolar alıyordu. Yaptığı yanlış bir dönüş yüzünden iskeleden doğruca denize düştü. Kedinin az önce düştüğü noktaya koşarak gittim. Az önce bana karşı hayatta kalmak için savurduğu bacaklarını bu sefer hayatta kalmak için denize karşı savuruyordu. Çığlıklar atmaya çalışıyordu ama ağzını açtıkça ağzından içeri deniz suyu giriyordu. Göz kararı suyun derinliğini ölçtüm ama yüzme bilmediğim için cesaret edip atlayamadım. Etrafıma bakındım. 20 dakika önce bana çiçek satmaya çalışan kadın bile gitmişti. Boğulmak üzere olan bir kedi, koca gri bir deniz ve yüzme bilmeyen korkak ben dışında o an evrende yapayalnızdık. Üstümdeki montu çıkarıp kolundan aşağı sarkıttım. Kedinin oradaki ölümle olan kavgasından fırsat bulup da uzattığım bu sentetik yardım elini görmesini sağlamaya çalıştım. Montumu ne kadar salladıysam da uzattıysam da kedi fark edemedi. Çırpınışları ve çığlıkları kesilip bedeni suyun yüzüne vurana kadar çaresizce onu izledim. Bir canlı gözümün önünde hayattan feci bir şekilde ayrılıp bedenden ibaret olmuştu ve hiçbir şey yapamamıştım. Bir canlı gözümün önünde ıslak bir otobüse binip geri dönülemeyecek olan o yere ulaşmıştı ve engel olamamıştım. Atsaydım kendimi belki o otobüsün önüne, “Dur, gitme!” diyebilseydim, arkasından koşturabilseydim ya da en azından ortada öylece dikilmek yerine bir şeyler yapabilseydim keşke. Ama hiçbir şey yapamadan öylece izlemiştim.
  Montumu çekip üstüme giydim. Montumun sol kolu da, gözlerim de en az gözümün önünde az önce can veren kedi kadar ıslaktı. Yol boyunca kediyi düşündüm. O son çırpınışları aklıma geldi. Tekrar gözlerim doldu. Ona yardım edemeyişimi ve çaresizliğimi hatırlayıp suçluluk duydum. Tekrar gözlerim doldu. Kedinin kırmızı tasması geldi aklıma, o tasmayı takmış olabilecek muhtemel bir sahip geldi, o kediyi seven insanlar geldi, o kediyi elleriyle besleyenler, onu kucağında uyutanlar, onun yokluğunda endişelenenler hepsi teker teker geldi aklıma. Tekrar gözlerim doldu. Bir hayatın nasıl sona erebileceğini, bugün tutunduğumuz ve uğruna her şeyi yapabileceğimiz şeylerin nasıl da 10 saniye içerisinde bizimle beraber hiçliğe karışabileceği geldi aklıma. İçinde bulunduğum otobüsün bir an yoldan çıkıp taklalar atacağını, kafatasımın paramparça olup beynimin asfaltın boşluklarına dolabileceğini düşündüm. Hayatın şans eseri verilen ve çok kolay kaybedilen değerli bir oyuncak olduğunu düşündüm. Ölüm karşısında bir kediyi bile savunamayacak kadar beceriksiz olduğumu düşündüm. Güçsüzlüğümü iliklerime kadar hissettim. Tekrar gözlerim doldu. Bir damla yaş gözkapaklarımın ardından sızıp çenemden aşağı doğru ilerlerken otobüsten indim ve evime gittim.
 Evimin kapısını kapatmamla ölüme dair tüm düşüncelerimi kapının dışında çıkarmış gibi rahatladım. Bu kapıdan içeri her girişimde aynı duyguları yaşıyordum. Dışarının kirli havası, insanlarının yalanlarla örülü ilişkileri, çıkar kavgaları, savaşları hepsi de bu kapının arkasında kalıyordu. İçerisi benim kafamın içindeki dünya gibiydi, dışarıdan daha güzeldi ve uykularım dışında beni güvende hissettirebilen tek yerdi. Bir insanın kendini ait hissedebileceği bir yer mutlaka vardı ve benim için bu yer de bu giriş katıydı. Bazıları için bu aidiyet hissi kendi ülkelerinde kuvvetleniyordu, bazıları için bir spor kulübü tesislerinde, bazılarına göre silahlı kuvvetlerde ama ben küçük düşünen ve küçük yaşayan birisiydim. Benim aidiyetim bu eve aitti ve bu da bana yeterli geliyordu. Küçük bir insandım, küçük bir hayat yaşıyordum, küçük bir evde barınıyordum ve küçük bir yere aidiyet hissediyordum. Eğer evimin ulusal bir marşı olsaydı her giriş ve çıkışımda saygı duruşunda yüksek sesle okurdum, eğer evimin bir ordusu olsaydı tüm günümü askeri idmana ayırırdım, eğer evimin bir hükümeti olsaydı gider ve hiç aksatmadan oy verirdim. Ama yoktu. Evim benden ibaretti. Kendimi idare edecek kadar yaşamam yeterliydi.
 Bilgisayarımı açıp karşısına oturdum. İnternette gezinirken siyah bir kedinin fotoğrafıyla karşılaştığım an evin dışarısında bıraktığım ölüm düşüncesi tekrar beynimin içerisinde dolanmaya başladı. Eğer düşen bir çocuk olsaydı ve ben yine kurtaramasaydım neler olabileceğini düşündüm. Bir şeyler boğazımı sıkar gibi oldu. Beynimde boğulmak üzere olan bir çocuk ve karşısında korkakça durup bakınan kendi figürümün görüntüsü belirdi. Kendimi rahatlatmak için boğulan çocuk olsaydı çevreye bağıracağımı, ambulansı arayacağımı hatta gerekirse suya bile atlayacağımı düşündüm. Suya düşen bir çocuk olsaydı bunları yapabilirdim ama düşen sadece bir kedi olunca bunların hiçbirine gerek duymuyordum. Kedinin ölümünün tek suçunun dünyaya bir kedi olarak gelmesi ve yardıma değmemesi gibi korkunç bir fikre kapıldım. Bir kedinin ve bir çocuğun cansız cesetleri arasındaki değer farkını hesapladığım için kendime olan nefretimi biraz daha körükledim. Canım sıkıldı, kafam bozuldu.
 Yatağıma uzanıp dizlerimi karnıma çektim. Kedinin son çırpınışları tekrar geldi aklıma. Benden yüce olabilecek olan her hangi bir şeye seslendim; “Keşke böyle şeyler hiç olmasa, hem de hiç olmasa” dedim. Kedinin ölüm sahnesi beynimden gözlerime aktı. Gözlerimden suratıma aktı ve yastığımı ıslattı. Her kötü olayı bünyemden ağlayarak attığım gibi kedinin ölümünü de yataktaki yas törenimle vücudumdan dışarı çıkardım. Sonrası karanlık ve huzurlu uyku.
                                                                      -2-
 Üstümde kıyafetlerimle uyumama rağmen sabah uyandığımda keyfim gayet yerindeydi. Normalde 3 saatte terk edeceğim yatağımı hemen terk etmiştim ve normalde girene kadar kırk kez düşüneceğim banyoya tek seferde girip hızlıca bir duş almıştım. Üstelik bütün bunları normalde uyanacağım saatten 2 saat önce bitirmiştim. Dün ağlayarak uyuyan ben değilmişim gibi odamın içerisinde gülümseyerek sağa sola koşturuyordum. Kahvaltı yapmak için girdiğim mutfaktan elimde iki paket bisküvi ve günler öncesinden kalma vişne suyuyla çıkmam biraz moralimi bozmuştu. “Kahvaltı için bir şeyler almalıyım” diye içimden geçirdikten sonra sağlıksız beslenme durumumu da yoluna koyacak bir plan yapmış olmanın huzuru içimi kaplamıştı.
 Bilgisayarımı açıp ben uyurken dünyada olanlara hızlıca bir göz atmak istediğimde girdiğim her sitede aynı haberi ve videoyu gördüm. Habere göre ABD kendilerine yıllardır zorluk çıkaran İslamcı bir terör örgütünün liderini yakalamıştı ve bu lideri yakalar yakalamaz hızlıca idam etme kararı almıştı. Buraya kadar her şey normaldi ve ABD prosedürüne göre işliyordu. Ancak bu lider darağacına çıkarılıp altındaki kürsü çekildiğinde dakikalarca debelendiği halde durmuyordu. Tam olarak 5 dakika boyunca ipte asılı kalıyordu ve bu süre boyunca da kolları bacakları sağa sola doğru sürekli sallanıyordu ve adamdan sürekli hırıltı sesleri geliyordu. Kollarının ve bacaklarının hareketleri bana bir an için gözümün önünde can veren siyah kediyi hatırlattı. Bir an için keyfim kaçtı. Görüntülerin devamında ise işler daha da ilginçleşiyordu; askerler adamı boynundaki ipten kurtarıyorlardı. Ayakları yere tekrar basan adam boynunu sağa sola oynatıp ileri doğru yürümeye başladı. Askerlere doğru “Allah-u ekber!” diye bağırmasının ardından askerler tarafından kurşuna diziliyordu. Kurşunlardan dolayı ortamı duman kaplamıştı. Ama adamın silueti dumanın ardından görülebiliyordu. Gelen kurşunlar dengesini sarssa da bir türlü yıkılmıyordu. Tüfek dumanı dağıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi oracıkta öylesine dikiliyordu. Girdiği şoktan dolayı şaşkınlıkla kendi kendine tekbir getirip sayıklıyordu. Sinirlenen rütbeli bir asker yanına koşup belinden çektiği tabancasını adamın alnına dayadı. Tetiği çektikten sonra adam yüzünü ekşitip kafasını geri çekti ve alnında namlunun bıraktığı izi kaşıdı. İdam edilmesine, kurşuna dizilmesine ve kafasına dayanan silahla ateş edilmesine rağmen bu başarısız terörist ölmemişti. Görüntüler de tam orada bitiyordu zaten.
 Siber ağlarla oluşturulmuş okyanus bu görüntülerin içine düşmesiyle bizim dünyamızda tsunamiler yaratmıştı. ABD hükümeti ve başkanı görüntülerin tamamen sahte olduğuna dair uzun uzun açıklamalar yapıyordu. Öte yandan görüntüleri yaydığı öne sürülen asker evinde ölü bulunmuştu. Halkın teröristin cesedini gösterin talepleriyse de reddediliyordu. ABD’nin kişisel oyun alanı Ortadoğu’da ise işler bir hayli karışmıştı. Görüntülerdeki liderin örgütüne katılım çok büyük oranda artmıştı. Örgütün uzandığı her coğrafyadan silahlı eylem haberleri geliyordu. Ancak işin ilginç yanı ölü sayısı her zamankinden çok daha düşüktü. Öte yandan Ortadoğu’daki devletler de büyük bir yol ayrımına düşmüştü; ya görüntülerin sahte olduğunu söyleyip gizli müttefiklerinin emirlerini yerine getirmeye devam edeceklerdi ya da akıbeti meçhul liderin safında dünyaya kafa tutacaklardı.
 Videonun sahte olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen kokusu birkaç güne çıkardı. Son bir kez videoyu izlemek istedim. Ancak adamın ilk çırpınışlarından sonra midem bulandı ve kapattım. Video rahatsız edici derecede gerçek görünüyordu. Mutlu bir şekilde başladığım gün bu video yüzünden mide bulantısına ve baş ağrısına batmıştı. Gördüklerimi unutabilmek ya da en azından gördüklerimin tesirini azaltabilmek için pencereye doğru yürüdüm. Bir süre dışarıda dolanan insanları inceledim. Hepsi de bir yerlere yetişmek, bir şeyler yapmak, geleceklerine katkı sağlamak istiyorlardı. Hayatın akışına kapılmış ve sürüklenecekleri yerlere en güzel şekilde tutunmak istiyorlardı. Hiçbiri bu akışın bir gün son bulacağının ve yapacakları her şeyin yok olacağının bilincinde değil gibi görünüyordu. Ya da hepsi bu korkunç gerçeğin farkındaydı ama bunu kendilerine unutturabilmek için çeşitli meşguliyetler edinmişlerdi. İleriden gelen saçları sarıya boyalı orta yaşlı kadın muhtemelen çocuğuna iyi bir gelecek sunmak istiyordu. İleriden gelen emekliye ayrılmasına çok az vakit kalmış gibi görünen askerse muhtemelen ülkesine hizmet ettiğini ancak her zaman ülkesine göz diken zalimler olduğu için görevinin asla bitmeyeceğine inanıyor olmalıydı. Bir yerlere koşturan liseli gencinse şimdilik nihai amaç olarak gördüğü şey de büyük ihtimalle mümkün olduğu kadar çok dişiyi döllemekti. Ancak hiçbirinin ne yaşadığının veya neler yaşayacağının bir önemi yoktu. Çünkü hayat denen saatli bombayı taşıyorlardı ve mühim olan tek şey o bombanın bir gün şu veya bu şekilde infilak edeceğiydi. Ve o bomba patlayınca değer verdikleri her şey de kendileriyle beraber meçhule gömülecekti. Kendi bombamı düşündüm ve duvarlara “Ne önemi var ki?” diye fısıldayıp evden dışarı çıkmaya karar verdim.
 Aslında evden çıkmayı pek sevmem. Dışarıda insanların arasındayken her zaman boğazımı sıkan bir el varmış gibi hissederim. Birbirlerinin koluna girip yürüyen insanlar üstüme yürüyormuş hissi uyandırır bende. Kahkaha atanlardan ve gülümseyenlerden inanılmaz şekilde rahatsız olurum, onlar yüzünden yolumu değiştirdiğim hatta onlardan kaçmak için olmadık sokaklara girdiğim de olmuştu. Kalabalığın arasında yürürken bana bakan bir çift göz gördüğümde cephede tek başına kalmış ve düşmanın namlularının önünde dikilen çaresiz bir asker gibi hissederim. Yine de kendimi en güvende hissettiğim o evden bu tehlikeli sokaklara çıkarım. Sokaktayken evimin huzurunu özlememe rağmen insanların arasında daha fazla bulunmak için kendimi zorlarım. Kendime acı çektiririm çünkü böylelikle günahlarımın vicdanıma yaptığı azabın şiddetini azaltacağımı düşünürüm. Geçmişimin kefaretimi ödemenin bir yolu olarak görürüm kendime ettiğim bu işkenceleri.

 Telefonumun titreşmesini hissederek kendime geldim. Telefonu cebimden çıkarıp ekranına baktığımda okuldan bir arkadaşımın aradığını gördüm. Açıp açmamak konusunda kararsız kaldım. Eğer açsaydım; nasıl olduğumu soracaktı, bir sorunumun olup olmadığını soracaktı,  

İntiharla İlgili Bir Şeyler Karalayacaktım Ama Bırakmışım

Aslında çok düşündüm. Bütün bunlar üstüne gerçekten de çok düşündüm. Hayat denilen bu demir tabutla irtibatı kesebilmek için birçok yol vardı; gökdelenin tepesinden atılacak bir adım, beyne girecek bir kurşun, boğazdan aşağı inecek aşırı dozda hap, bileklere dikine kaçış çizgileri yerleştirebilecek sevimli bir jilet, boyna geçirilen halatla ayakları yerden kesmek kesinlikle yeterliydi.

Ödev İçin Yazdığım Öykü: Pandora'nın Kutusu

 Gözleri dolu ve elindeki silah boş bir şekilde koşuyordu. Ayak seslerinin temposuna uygun şekilde çıkardığı hıçkırıklar kaçışına fon müziği oluyordu. Kaçıyordu ancak neyin ya da kimin peşinden geldiğini bilmiyordu. Umurunda da değildi. Kaçmaya çalıştığı şey az önce yaşadıklarıydı, geçmişiydi, acılarıydı. Bir insan geçmişinin ulaşamayacağı zaman dilimlerine hangi hızda koşarak ulaşabilirdi? Geçmişin olmadığı bir zaman var mıydı? Kimsenin onu tanımadığı günlere hangi sokaklardan ulaşabilirdi? Hangi belediye otobüsü onu kendisinden uzaklara taşıyabilirdi? Hayattan bunalınca inebileceği “müsait bir yer” neredeydi?
 Sonunda mahallenin terk edilmiş evinin yarısı kırık tahta kapısını tekmeleyerek kötü kokan, karanlık odalarından birine girdi. Az önceki şiddetli maratona dayanamayıp bir kolu kopmuş sırt çantasını çıkardı. Üzerindeki rengârenk çizgi film karakterinin baskısına bulaşmış kanı görüp sırt çantasını odanın bir köşesine fırlattı. Gözleri dolu bir şekilde çantanın karşısındaki köşeye çöktü. Dizleri arasına sıkıştırdığı başıyla elindeki tabancaya baktı. Babasının kötü günler için sakladığı “ne olur ne olmaz” markalı, korku ve paranoyadan üretilmiş, annesinin el emeği dantelleri arasında gizlenmiş, kendisine gerek duyulan tek görevden de başarılı bir şekilde çıkmıştı. Yaklaşık 1 kilo olan bu soğuk metale az önce yüklenen görevin 3 dünya yükündeki ağırlığı da eklenmişti. Taşıyamadı onu. Soğuk betona düştüğünde sessizliğin duvarlarında büyük bir gedik açmıştı. Gözleri doldu. Gözyaşları düştüğünde benliğinin duvarlarında büyük bir gedik açmıştı. Odanın karanlığında birisi ona seslendi;
-Şşşt!
-Ki-Kim var orada? Kim geldi?
-Ben hep seninleydim. Her şeyi gördüm. Sadece şimdi konuşma fırsatım oldu.
-Sen kimsin?
 Hiçbir ses yoktu. Penceresi olmayan karanlık odada sesin gelebileceği yerlere bakındı ama nafile. Çünkü ses odanın her yerinden geliyordu ama hiçbir yerden de gelmiyordu çünkü bir kaynağı yoktu. Gözyaşlarını akıtıp, yüzünü dağıtan duygularını katlayıp bilincinin alt ceplerine koydu. Burnunu çekti, sesin tekrar iletişim kurmasını bekledi. Küçük ellerini şakaklarına koydu. Ses yine ortaya çıktı. Ama bu sefer dışarıdaki bir ağızdan çıkıp gelmiyordu. Kendi kafasının içerisinde dolaşıyordu. Bir şey söylemiyordu. Sadece uğultular vardı kafasının içinde. Geçmişin uğursuz kahkahaları, o anın sessiz çığlıkları, birkaç el sarsıntılı mermi sesleri. Suratı, sümük ve gözyaşından oluşmuş bir plasentanın içindeki yeni doğmuş bir bebeğe dönüşmüştü. Yeni doğanın masumiyeti ve şaşkınlığıyla sordu “Kimsin sen?”.  Kafasını işgal eden zaman dilimlerinin savaşının gürültüsü kesildi. Ve ona “İçinde kanla yazılı bir kitap var, biliyorum. Bu kitap kalbinin ıssızlığına insanlar tarafından gönderildi.” dedi. Ses kendinden emin bir şekilde haykırdı; “Oku! Bütün hapsedilmişlerin adıyla oku!”, “Yapamam” dedi ağlayarak. Ses, yavrularını öldüren avcıyla karşılaşmış bir anne aslanın hiddetiyle böğürdü “Oku lan!”. Titremelerinin ardında direnebilecek bir güç bulunmadığının farkına vardı. Burnunu çekti, bitmeyecek olan gözyaşı yağmurunun altında sesinin üstüne bir şemsiye açtı. Ve başladı anlatmaya; “Sildim ben. Geçen haftadan önce böyle bir şeye inanamazdım. Ama her şey o çarşamba başladı. Öncesinde de beni hep tartaklıyorlardı. Okulda sürekli döverlerdi, paramı zorla alırlardı. Başlarda üzülürdüm ama artık alışmıştım. Her gün daha fazla dövüyorlardı ama alışamayacağım bir şey değildi. İnsan bir yerden sonra her şeyin giderek kötüleşecek olmasına alışıyor zaten. Ama o çarşamba benim bile kaldıramayacağım bir şey oldu. Hava yeni yeni kararıyordu. Okulun bahçesinde biraz top oynamıştık. Sonra vakit geç oldu. Ben okulun arkasına giden topumu almaya giderken hepsi evlerine doğru gitmeye başlamıştı. O üçünü gördüm okulun arkasında. Önce korkmadım. Ne bileyim işte biraz dövüp bırakırlar dedim. 3. sınıftan beri tanıyordum onları. 4 sene boyunca aynı sınıfta okumuştuk. Artık her şeylerine alışmıştım. Önce Mehmet geldi arkama geçti ve kollarımı tuttu. Kollarımı bir türlü kurtaramadım. Biraz çırpındım ama yok, olmuyordu. Mustafa da suratımı yumruklamaya başladı. Kenan da telefona kaydediyordu olan her şeyi. Kendi aralarında konuşup gülüyorlardı ama anlayamıyordum. Zaten alay ediyorlardı duymasam da olurdu. Dayağımı yiyip eve gitmek istiyordum sadece. Sonra Mehmet beni yere yatırmaya çalıştı. Ne olduğunu anlamadım ama karşı koymaya çabaladım. Ama 4 senedir beceremediğim gibi yine beceremedim. Bu seferki olağan dayaklardan değildi kötü giden bir şeyler vardı. Bunu anlamıştım. Sonrasında… Sonrasını tekrar düşünmek istemiyorum ama onlar tecavüz etti bana. Bir yandan da gülüp telefondan kaydettiler. Bağıramadım, ağlayamadım. Kimse duymadı, kimse yardım etmedi bana. Yalnızlığımı hissettim. Gözlerim doldu ama ağlayışımı duyacak hiç kimse yok diye ağlayamadım. Babama söyleyemedim. Zaten hep dayak yediğim için kızıyordu. Sen nasıl erkeksin deyip duruyordu. Bu olayı öğrenseydi evden atardı. Annem de babamdan farklı değildi. Tamam, beni daha çok seviyordu ama o da benden utanıyordu. Onları daha fazla utandırmak istemedim, sustum. Ama okula her gittiğimde tekrar hatırladım. Bana bakıp gülüyorlardı. Onların gülüşleri o günü hatırlatıyordu. Telefondan o günü izleyip izleyip duruyorlardı. Paramı çalmaları, dövmeleri artık umurumda değildi. Ben silinmesini istedikçe başkalarına da izleteceklerini söylüyorlardı. 1 hafta böyle geçti. Sonra “Bunu internete yükleyeceğiz” dediler. “Sileriz ama bir şartla” dediler. “Bu sefer kendi isteğinle yapacaksın” dediler. Yok, olmaz. Kabul etmedim. Ama internete yükleyeceklerdi. Hayatım bitecekti artık. Bu cumaya kadar zaman tanıdılar. Dün gece yatakta sessizce ağladım. İntihar etmeyi düşündüm, başka şeyler düşündüm ama asla onların dediğini yapmayı düşünmedim. Sabah olunca okula gider gibi çıktım evden. Kömürlükte saklandım. Annemle babam evden çıktıklarında eve girdim. Her yeri dağıttım. Babamın silahını buldum. Şarjörü doluydu. Ne olur ne olmaz 2 mermi daha aldım cebime. Akşam olmasını bekledim. Çünkü o üçü her akşam aşağıdaki çamlıkta oturuyorlardı. Hava kararınca çamlığa gittim. Karşılarına dikildim. Dediklerini yapacağımı sandı şerefsizler. Gülmeye başladılar. O günkü gibi güldüler. Midem bulandı. Kenan’a “Çıkar telefonunu” dedim. “Hadi lan yavşak!” dedi. Silahı çıkardım. Ellerim titriyordu. “Silsene!” diye bağırdım. Şaka yapıyorum sandılar, oyuncak tutuyorum sandılar. Üstüme geldiler. Korkudan titriyordum. Yüzlerine bakamıyordum. Mehmet üstüme geliyordu. Farkında olmadan tetiği çektim. Hepsi donup bana baktı. Diğerlerinin de kafasına ateş ettim. İlk mermiden sonra o kadar da zor gelmiyordu artık. Her mermide biraz daha rahatlamıştım. Şarjörde kalan son mermileri de üstlerine sıktım. Sonra Kenan’ın telefonunu aldım. Tekrar izledim, sonra sildim. Sildim ben.”
 Kafasının içindeki sesler kayboldu. Odanın sessizliğinin senfonisine ayak uydurdu. Bunca endişenin arasında büyük ve ferah bir nefes almış gibi hissetti. Gözlerini sımsıkı kapatıp akacak gözyaşlarına engel olmaya çalıştı. Kapalı gözlerinin etrafı sulandı. Kafasının içerisindeki ses yine harekete geçti. Bu sefer rahatsız edici değildi. Kendi sesine bile benzetti birazcık da olsa. Kendini toparlayıp sese kulağını verdi; “Görüyorum ki bu karanlık odaya kıstırıldın. İstenmiyorsun dışarıda. Dışarısı senin için fena bir yer. Orada seni parmaklarıyla işaret edip, salyalarını kusa kusa “İşte katil! İşte canavar!” diyecekler. Dışarısı seni yok etmek, seni eritmek isteyenlerle dolu. Sense sadece bir kutudasın. İstiyorsun ki sonsuza dek bu böyle kalsın. Bir uykuya dal ve kimse seni uyandırmasın. Ama onlar böyle değil. Onların yürekleri nefretle dolu, çirkinlikle dolu. Onların her hareketinin altında kırmızı kırmızı gülümseyen bir nefret var. Ve sana katil diyecekler. O sefil canları sonsuza kadar mühürlediğin için seni bir canavar olarak görecekler. Kendi yetiştirdikleri canavarlar ölmekle bütün suçlarından azat olacak ve tüm suçlar yaşayanların omuzlarında birikecek. Onların kaybının acısı sana suç olarak binecek. Gün gelecek ve ölüler yaşayanların boğazına binecek ve o gün senin için geldi. Kendilerinin bütün caniliği aşılayıp dışarı bıraktığı eğitimsiz tohumları özgürce gezerken seni kimyasal uyuşturucularla devlet gözetiminde “ıslah” etmeye çalışacaklar. Fotoğrafların milyonlar tarafından izlenen ulusal kanalların yalandan örülü haber bültenlerinde kamusal nefretin hedefi olacak. Ben dışarı çıktığımda bu olmuştu en azından. Ama dur. Sen mağdurdun. Bu karanlık kutunun dışında işleri birazcık değiştirebilir. Sana kusulan nefretin dozunu azaltmasa bile rengini değiştirir. Senden nefret etmelerinden daha kötü bir şey olacak; sana acıyacaklar! Tüm insanlar besledikleri tecavüzcüleri görmezden gelecek, toplum tecavüzcü kültürünü göz ardı edecek ve kendilerini rahatlatmak için sana üzülecekler. Hepsi bir ağızdan dünyanın ne kadar kötü bir yer olduğunu söyleyip duracaklar. Dünyayı asıl kötü bir yer yapanın kendileri olduğunu bilmeden. Evlerinde gizliden gizliye tecavüzü öğütledikleri çocuklarını beslerken açık olan televizyonda seni görüp tecavüzcülere bir küfür savuracak. Savurdukları küfürde bile tecavüz olacak. Ama onlar bu küfürle kendilerini çok iyi bir şekilde rahatlatacaklar. Kendileri sansürsüz bir şekilde yayınlanan bir tecavüzün aktörleri ama bunu görmezden geliyorlar. Maskelerin ardından yüzlerini gösterme gafletinde bulunan tecavüzcülere nefret kusuyorlar ama bu nefret tecavüz kültürüne kusulmuyor, tecavüzcünün acemiliğine ve beceriksizliğine kusuluyor. Seni de rahatlayabilecekleri bir meta olarak kullanıp çöpe atacaklar. Aradan yıllar geçince sen bu olayı anlatamayacaksın bile. Çünkü seni utanman gereken bir şey yaşadığına inandırıp suçluluğun tohumlarını içine saçacaklar. Buradan sonrası da öncesi gibi değil, buradan dışarısı bu karanlık kutudan daha iyi değil. Karanlık güzeldir çünkü kimse seni görmez. Sessizlik mutluluktur çünkü kimseyi duymazsın.”
 Duydukları, geleceğe yönelik belirsiz planlarına daha fazla belirsizlik kattı. Saatten haberi yoktu. Acaba kötü olayları kaç ışık yılı geride bırakmıştı? Geçmişinin daha da geçmesi için kaç karanlık daha beklemeliydi? Bilmiyordu. Sadece 12-13 yıl aktif olarak kullandığı beyninde bunların cevabını alamıyordu. Sordu içine;
-Ne kadar zamandır oradasın?
- Ben tarihin ulaşamayacağı nokta kadar önce vardım senden. Ben sen annenin rahmine düştüğünde var olmaya başladım. Ben senin değersiz genetik parçalarını asla göremeyeceğin geleceğe ulaştırmak için yaptığın çocuklarla var olacağım. Zaman ve mekâna hapsedilemeyenim ben.
-Kimsin sen?
- Yokluktan geldim ve yokluğa gideceğim. Değdiğim temas ettiğim diğer her şeyi de kendimle beraber varlıklarından istifa ettireceğim. Ben, James Warren Jones.
-Kimsin sen?
- Kutudan çıktım ve herkesi kutulara hapsettim. Esaslı bir sallantıda beyinlerini yassılaştıracak betonarme kutularda onları güvende hissettirdim. Gerçekten sahip oldukları ve her saniye azalan hayatlarını mekanik ve ışıl ışıl kutulara dökmelerini sağladım. Onları kutularda yaşattım ve kutularda öldürdüm. Ben, Erwin Schrödinger.
-Kimsin sen?
- Dünyadan bir parça oldum ve dünyayı yedim. Havayı, suyu, geyikleri, balıkları ve onları. En çok da onları. Ve davet ettim onları bu asla doyurmayan sofraya ve onlar da yedi havayı, suyu, geyikleri, balıkları ve kendilerini. En çok da kendilerini. Ben, Albert Fish.
-Kimsin sen?
-Onlara göründüm ve korkarak baktılar. Onlara göründüm ve kuyruklarını kıstırıp, çaresizce ağladılar. Onlara göründüm ve ezelden gelen suçların ağır yükünü omuzlarıma bıraktılar. Onlara göründüm ve benden nefret ettiler. Onlara göründüm ve ömürlerinde ilk kez masumiyetlerinin üstüne sıçrayan bütün pisliği süpürebilmenin yolunu bulmuş olmanın ışıltısı parladı o korkak gözlerinde. Onlara göründüm ve bana isim taktılar. Ben, Lucifer.
-Kimsin sen?
- Onlar doğmadan belirlenmiş geçmişinin alışkanlığıyla bana itaat ettiler. Her gece onlarca çaresizlik tarafından yapayalnız kıstırılmışken onları tek dinleyen bendim. Algılarının ötesindeydim ve onlar bendendi. Uğruma her şeyi yapabilirlerdi ve onları daima seveceğimi düşündüler. Ben, Tanrı.
-Kimsin sen?
- Boşunalığın bilinciyle cehennem ateşinden tabanı ve bin kılıçtan daha keskin parmaklıkları olan hapishanelerde acı çektim. Değersizliğin sırtıma indirdiği kamçılara karşı nafile direnişlere kalkıştım. Ben, hayatın hiç olmamış olan amacı ve değeri.
-Kimsin sen?
- Şakırdayan kılıçlar altındaki başımı kaldırma cüreti gösterdim. En üsttekini alaşağı edebilmenin hayalini utanmadan kurdum. Kendimi tanıdım, gücümü gördüm. Anadolu beşiğim oldu, insan olmanın zulmüyle büyüdüm. Kendime isyan dolu ninniler söyledim. Korku aşısı bünyemde ters tepti, metabolizmam başkaldırının esaretiyle özgürlüğe koşturdu. Ben, Pir Sultan Abdal.
-Kimsin sen?
- Duman soludum ve insan yedim. Göbeğim durdurulamaz bir hızla büyürken kollarım çürüdü. Patlayacak gibi olan ancak dolmayan midemi çelimsiz ve kırık kollarımla doyurmaya çabaladım. Okyanusa işedim ve ormanlara pisledim. Ben, sanayi devrimi.
-Kimsin sen?
- Kurtuluşu düşlettiren ve hezimete uğratanım. Onları ateşime kömür gibi atıp daha fazla parladım. Onları duman yaptım ve her zaman arzuladığım gökyüzüne taşıdım. Oranın da aşağıdan farkı olmadığını gösterdim. Ben, Karl Marks.
-Kimsin sen?
- İçlerinde yavaş yavaş büyüdüm ve onların şeklini aldım. Beni yeterince büyüttüklerinde dışarı çıkardılar ve onların şekline uygun bir şekilde hacmim büyümeye devam etti. Kendilerinin tüm iğrenç ayrıntılarını görmenin şaşkınlığıyla beni inkâr ettiler, beni reddettiler, benden nefret ettiler. Ben, Adolf Hitler.
-Kimsin sen?
- Tüm kâinatı yok edebilirim ya da sadece onları. İçi keder dolu rengârenk bir çuvalım ve kimseye sormadan istediğim kafatasını fethederim. Ben, aşk.
-Kimsin sen?
- Çıkışı olmayan bir zindanım. İçinde hiçbir suçu olmayan bebekler barındıranlarından. Devletin kontrol edemediği, hiçbir kuralı olmayan, delilikten oluşmuş bir arka bahçesi olan, adaletten nasibini almamış olan bir zindanım. Benim dışımda hiçlik var, içimdeyse sadece zulüm ve acı. Ben, hayat.
-Kimsin sen?
- Spermlerimi her yeni doğana ektim. Herkesin içinde büyüyen bir ben var. Herkes benden ve bana hamile. Zamanı gelince beni doğuracak. Kimisi kan ter içinde, kimisi yüzünde bir gülümsemeyle, kimisi politika piyonluğu oynarken, kimisi hiç beklemediği bir anda. Kürtajın işlemediği, legal bir tecavüzcüyüm. Dünyaya kendi tohumlarını ekip kendimden oluşmuş karanlık ormanın sessizliğinde her hareket edeni avlamak için bir açlıkla pusuya yattım. Ben, ölüm.
-Kimsin sen?
- Yapılabilecek en etkili başkaldırıyım. Reddedişim, insanın en etkili devrimiyim, tüm otoritelere rest çekişim, verilen kimliğe ve oynatılan role gönderilmiş kanla yazılı bir istifa dilekçesiyim, katili dünyanın geri kalanı olan çözülemez bir cinayetim, asıl gerçek düzen içerisindeki bir çatlağım. Ben, intihar.
-Kimsin sen?
- Uyumuyorum. Gözlerimi bile kırpmıyorum. Damardan aldığım uyarıcıların etkisiyle anlamını kaybetmiş gözlerimle dünyayı inceliyorum. Kemirebilecek en ufak bir parçayı bile kaçırmıyorum. Gırtlağımdan aşağı her saniye bir şeyler iniyor. Bu akış asla bitmemeli ve bu sindirim gidebileceği son noktaya kadar devam etmeli. Ben, insanlık.
-Kimsin sen?
- Kendi evimi her zaman temiz tuttum. Dışarının kusturan, ishal eden ve öldüren lanetli bakterilerinin girmemesi için gözle görülemeyecek bir ordu yarattım ve hepsini silahlandırdım. Evime girmeye cesaret edenlerin alnına kırmızı kırmızı sızan cesaret nişanları yerleştirdim. İçimde yaşayan lanetli bakterileri dünyanın diğer evlerine bıraktım. Tüm evleri kirlettim, tüm insanlığı hasta bıraktım. Diğer evlerde çekik gözlü ve yaşı tek haneli kız çocuklarının bedenini satın aldım ama kendi evimde böyle bir şey olmaz. Diğer evlere huzurları karşılığında McDonald’s marka parça tesirli patlayıcılar verdim ama kendi evimde böyle bir şey olmaz. Diğer evlerdeki aileleri parçaladım ve onlara benim gibi olma hayalini bıraktım. Dünyanın geri kalanı benim tuvaletim. Ben, batı medeniyeti.
-Kimsin sen?
- Her şey içimden geçip gidiyor. Her şeyi gördüm. Her şeyi görüyorum. Her şeyi göreceğim. Ama hiçbir şeyim. Dokunulmuyorum. Hissedilmiyorum. Getirdiğim her şeyin çürüyüp gittiğini gördüm. Bitişi gördüm. Eriyişi gördüm. Dahi aklın delirişini gördüm. Yok oluşu gördüm. Getirdiğim her mutluluk elimde hırıltılarla can verdi. Elinden tuttuğum kötülükler öylece oturup kaldı. Diğerleri gibi olmak istiyorum. Basitçe gebermek istiyorum. Hiçliğe karışmak istiyorum. Kendimle birlikte her şey hiçliğe karışacak ancak umurumda değil. En çok da bu yüzden istiyorum her şeyin bitmesini. Çünkü varoluş acı veriyor. İçimden geçip giderken çağlar, oluk oluk kan boşalıyorum. Ben, zaman.

 Dışarıdan gelen siren sesleri ve meraklı insanların kalabalığının uğultusu bu sorgulamayı kesti. Telsiz ve siren sesleri yağmurun müziği altında giderek yükseliyordu. Sığındığı terk edilmiş evin kapısının açılması içeride panik yaratmıştı. Ses sordu; “Şimdi ne yapacaksın?”. Yere düşen silahı eline aldı. Cebinde gizlenen 2 mermiyi silahın şarjörüne sürdü. Namluyla göz göze geldi ve gülümsedi. Silahın demir halkasını alnında hissetti. “Dur, bekle!” dedi ses. “Her şey henüz bitmedi. Hala altta kalan bir şeyler var. Hala beni tam olarak tanımıyorsun. Yapmamalısın bunu. Ben o’yum. Kaçışı olmadığı halde yine de sefilce yaşama sarılanlardanım. Pislik dolu bir yerde durma arzusuyum. Vaat edenim. Karanlığın arasında belli belirsiz göz kırpanım. Ben kıyametim. Ben kurtarıcı İsa Mesih’im. Ben son otobüsüm. Ben içinizi kemiren o kanserli hücreyim. Sistemi ve dünyayı ayakta tutanım. Mezbahadaki toynak sesleriyim. Yüzde birlik kesimim. Hayattan yapılma bir darağacıyım. Her zaman her şeyin en altındakiyim. Dibe vurmuşların ve en alttakilerin daha çok gördüğüyüm. Kötülüklerin en kötüsü ve cehennemde devrim yapan katil bir diktatörüm. Ben, umut.” Gaipten gelip kişiliğine işleyen ses sözlerini bitirdi. Saklandığı odanın kapısı bir tekmeyle açıldı. Elindeki silah alnına dayalıyken içeri davetsiz dalan polis memuruyla göz göze geldi ve…

Minimal Bilimkurgu Hedesi

Tüfekle AVM’ye daldı. “Uyanın tükettikçe tükeniyorsunuz! Onlar için çalışıyorsunuz ve kazandığınızı onlar alıyor uyanın!” diye bağırdı. İçerideki robopolisler hemen onu bayılttılar. O şefkat odasına götürülürken anons duyuldu “Sorun yok alışverişe devam edebilirsiniz, sorun yok…”