4 Mart 2015 Çarşamba

İlk Kitap Yazma Girişimim (Yarrak gibi)

                                                                     -1-
 Balkonlarında çiçekler bulunmayan çok katlı binalar griydi, binaların arasını dolduran asfalt ve kaldırımlar griydi, asfalt ve kaldırımların üstünde ilerleyen arabalar griydi, güneş ışınlarını filtresinden geçiren gökyüzü griydi, şehri ortasından kesen deniz griydi. Her şey griydi. Aralara sıkıştırılmış ağaçlar da şehrin ambiyansına uymak için sonbaharı bahane ederek yapraklarını dökmüş ve grileşmişlerdi. Şehir betondan yapılmış büyük ve gri bir top gibi günlük hayat rutininde ilerlemeye devam ediyordu kısacası.
 Oturduğum banktan denize doğru bakıyordum. Ama bakarken ne denizi görüyordum ne de denize dair bir şey düşünüyordum. Deniz deyince aklıma önümde uzanan bu şeyden önce televizyonlarda gösterilen o sualtı belgeselleri geliyordu zaten. Denize bakmak için en ufak bir isteğim de yoktu. O an orada bulunduğum için denizi izlemek zorunda hissediyordum sadece, hepsi bu! Her şey görev icabıydı zaten. Az sonra ilerideki çiçekçi kadın gelecekti, o da görev icabıydı, bana çiçek satmaya çalışacaktı, o da görev icabıydı, çiçeği alacağım kimse olmadığı için almayacaktım, o da görev icabıydı, söylene söylene gidecekti, o da görev icabıydı. Ve hepimiz bu görevlerimizi ve sonuçlarını biliyorduk ama yine de görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmek için çabalıyorduk, zorunda hissediyorduk. Olmazsa bir şeyler daima eksik kalacak gibiydi. Belki bu his de görevi verenlerin her şeyi doğru yapmamız için hissetmemizi sağladıkları yapay bir şeydi. Bilmiyorum, zaten düşünmek zorunda da değildim, böyle bir görevim yoktu. Bunları düşündükten sonra şehrin her gün aynı yerden yuvarlanmaya başlayıp, aynı devinimleri yapan büyük, gri ve beton bir top olduğuna olan inancım giderek arttı.
 Banktan kalkıp deniz boyunca yürümeye başladım. Karşıdan yalpalayarak bir kedi geliyordu. Kapkara ve parlak tüyleri arasında beyaz bir nokta göze çarpıyordu. Öndeki iki bacağının tam ortasındaki bu beyazlık vücudunun karalığından hiç etkilenmemişti ve kar gibi bembeyazdı. Yeşil ve kocaman gözleriyle korkarak etrafına bakınıyordu. Boynundaki kırmızı tasmadan ve siyah kürkünün temizliğinden anladığım kadarıyla bu kedinin bir sahibi olmalıydı. Yalpalarken kafasını sağa sola kaldırıyordu ama asla bana direkt olarak bakmıyordu. Yanına giderek yaklaştım. Çömelip elimi uzattığımda ise kedi çılgına döndü. Önce gürültülü bir şekilde miyavlayıp tırnaklı patilerini sağa sola savurdu. Ben ürküp geriye çekildiğimde ise bir insanla karşı karşıya olduğunu anlamış olacak ki türünün tarihi boyunca tehlike karşısında hayatta tutan saldır veya kaç içgüdülerinden ikincisini harekete geçirdi. Önüne bakmadan bir mermi gibi hızla koşturuyordu. Ama yalpalaması hala geçmediği için güzergâhı boyunca çeşitli falsolar alıyordu. Yaptığı yanlış bir dönüş yüzünden iskeleden doğruca denize düştü. Kedinin az önce düştüğü noktaya koşarak gittim. Az önce bana karşı hayatta kalmak için savurduğu bacaklarını bu sefer hayatta kalmak için denize karşı savuruyordu. Çığlıklar atmaya çalışıyordu ama ağzını açtıkça ağzından içeri deniz suyu giriyordu. Göz kararı suyun derinliğini ölçtüm ama yüzme bilmediğim için cesaret edip atlayamadım. Etrafıma bakındım. 20 dakika önce bana çiçek satmaya çalışan kadın bile gitmişti. Boğulmak üzere olan bir kedi, koca gri bir deniz ve yüzme bilmeyen korkak ben dışında o an evrende yapayalnızdık. Üstümdeki montu çıkarıp kolundan aşağı sarkıttım. Kedinin oradaki ölümle olan kavgasından fırsat bulup da uzattığım bu sentetik yardım elini görmesini sağlamaya çalıştım. Montumu ne kadar salladıysam da uzattıysam da kedi fark edemedi. Çırpınışları ve çığlıkları kesilip bedeni suyun yüzüne vurana kadar çaresizce onu izledim. Bir canlı gözümün önünde hayattan feci bir şekilde ayrılıp bedenden ibaret olmuştu ve hiçbir şey yapamamıştım. Bir canlı gözümün önünde ıslak bir otobüse binip geri dönülemeyecek olan o yere ulaşmıştı ve engel olamamıştım. Atsaydım kendimi belki o otobüsün önüne, “Dur, gitme!” diyebilseydim, arkasından koşturabilseydim ya da en azından ortada öylece dikilmek yerine bir şeyler yapabilseydim keşke. Ama hiçbir şey yapamadan öylece izlemiştim.
  Montumu çekip üstüme giydim. Montumun sol kolu da, gözlerim de en az gözümün önünde az önce can veren kedi kadar ıslaktı. Yol boyunca kediyi düşündüm. O son çırpınışları aklıma geldi. Tekrar gözlerim doldu. Ona yardım edemeyişimi ve çaresizliğimi hatırlayıp suçluluk duydum. Tekrar gözlerim doldu. Kedinin kırmızı tasması geldi aklıma, o tasmayı takmış olabilecek muhtemel bir sahip geldi, o kediyi seven insanlar geldi, o kediyi elleriyle besleyenler, onu kucağında uyutanlar, onun yokluğunda endişelenenler hepsi teker teker geldi aklıma. Tekrar gözlerim doldu. Bir hayatın nasıl sona erebileceğini, bugün tutunduğumuz ve uğruna her şeyi yapabileceğimiz şeylerin nasıl da 10 saniye içerisinde bizimle beraber hiçliğe karışabileceği geldi aklıma. İçinde bulunduğum otobüsün bir an yoldan çıkıp taklalar atacağını, kafatasımın paramparça olup beynimin asfaltın boşluklarına dolabileceğini düşündüm. Hayatın şans eseri verilen ve çok kolay kaybedilen değerli bir oyuncak olduğunu düşündüm. Ölüm karşısında bir kediyi bile savunamayacak kadar beceriksiz olduğumu düşündüm. Güçsüzlüğümü iliklerime kadar hissettim. Tekrar gözlerim doldu. Bir damla yaş gözkapaklarımın ardından sızıp çenemden aşağı doğru ilerlerken otobüsten indim ve evime gittim.
 Evimin kapısını kapatmamla ölüme dair tüm düşüncelerimi kapının dışında çıkarmış gibi rahatladım. Bu kapıdan içeri her girişimde aynı duyguları yaşıyordum. Dışarının kirli havası, insanlarının yalanlarla örülü ilişkileri, çıkar kavgaları, savaşları hepsi de bu kapının arkasında kalıyordu. İçerisi benim kafamın içindeki dünya gibiydi, dışarıdan daha güzeldi ve uykularım dışında beni güvende hissettirebilen tek yerdi. Bir insanın kendini ait hissedebileceği bir yer mutlaka vardı ve benim için bu yer de bu giriş katıydı. Bazıları için bu aidiyet hissi kendi ülkelerinde kuvvetleniyordu, bazıları için bir spor kulübü tesislerinde, bazılarına göre silahlı kuvvetlerde ama ben küçük düşünen ve küçük yaşayan birisiydim. Benim aidiyetim bu eve aitti ve bu da bana yeterli geliyordu. Küçük bir insandım, küçük bir hayat yaşıyordum, küçük bir evde barınıyordum ve küçük bir yere aidiyet hissediyordum. Eğer evimin ulusal bir marşı olsaydı her giriş ve çıkışımda saygı duruşunda yüksek sesle okurdum, eğer evimin bir ordusu olsaydı tüm günümü askeri idmana ayırırdım, eğer evimin bir hükümeti olsaydı gider ve hiç aksatmadan oy verirdim. Ama yoktu. Evim benden ibaretti. Kendimi idare edecek kadar yaşamam yeterliydi.
 Bilgisayarımı açıp karşısına oturdum. İnternette gezinirken siyah bir kedinin fotoğrafıyla karşılaştığım an evin dışarısında bıraktığım ölüm düşüncesi tekrar beynimin içerisinde dolanmaya başladı. Eğer düşen bir çocuk olsaydı ve ben yine kurtaramasaydım neler olabileceğini düşündüm. Bir şeyler boğazımı sıkar gibi oldu. Beynimde boğulmak üzere olan bir çocuk ve karşısında korkakça durup bakınan kendi figürümün görüntüsü belirdi. Kendimi rahatlatmak için boğulan çocuk olsaydı çevreye bağıracağımı, ambulansı arayacağımı hatta gerekirse suya bile atlayacağımı düşündüm. Suya düşen bir çocuk olsaydı bunları yapabilirdim ama düşen sadece bir kedi olunca bunların hiçbirine gerek duymuyordum. Kedinin ölümünün tek suçunun dünyaya bir kedi olarak gelmesi ve yardıma değmemesi gibi korkunç bir fikre kapıldım. Bir kedinin ve bir çocuğun cansız cesetleri arasındaki değer farkını hesapladığım için kendime olan nefretimi biraz daha körükledim. Canım sıkıldı, kafam bozuldu.
 Yatağıma uzanıp dizlerimi karnıma çektim. Kedinin son çırpınışları tekrar geldi aklıma. Benden yüce olabilecek olan her hangi bir şeye seslendim; “Keşke böyle şeyler hiç olmasa, hem de hiç olmasa” dedim. Kedinin ölüm sahnesi beynimden gözlerime aktı. Gözlerimden suratıma aktı ve yastığımı ıslattı. Her kötü olayı bünyemden ağlayarak attığım gibi kedinin ölümünü de yataktaki yas törenimle vücudumdan dışarı çıkardım. Sonrası karanlık ve huzurlu uyku.
                                                                      -2-
 Üstümde kıyafetlerimle uyumama rağmen sabah uyandığımda keyfim gayet yerindeydi. Normalde 3 saatte terk edeceğim yatağımı hemen terk etmiştim ve normalde girene kadar kırk kez düşüneceğim banyoya tek seferde girip hızlıca bir duş almıştım. Üstelik bütün bunları normalde uyanacağım saatten 2 saat önce bitirmiştim. Dün ağlayarak uyuyan ben değilmişim gibi odamın içerisinde gülümseyerek sağa sola koşturuyordum. Kahvaltı yapmak için girdiğim mutfaktan elimde iki paket bisküvi ve günler öncesinden kalma vişne suyuyla çıkmam biraz moralimi bozmuştu. “Kahvaltı için bir şeyler almalıyım” diye içimden geçirdikten sonra sağlıksız beslenme durumumu da yoluna koyacak bir plan yapmış olmanın huzuru içimi kaplamıştı.
 Bilgisayarımı açıp ben uyurken dünyada olanlara hızlıca bir göz atmak istediğimde girdiğim her sitede aynı haberi ve videoyu gördüm. Habere göre ABD kendilerine yıllardır zorluk çıkaran İslamcı bir terör örgütünün liderini yakalamıştı ve bu lideri yakalar yakalamaz hızlıca idam etme kararı almıştı. Buraya kadar her şey normaldi ve ABD prosedürüne göre işliyordu. Ancak bu lider darağacına çıkarılıp altındaki kürsü çekildiğinde dakikalarca debelendiği halde durmuyordu. Tam olarak 5 dakika boyunca ipte asılı kalıyordu ve bu süre boyunca da kolları bacakları sağa sola doğru sürekli sallanıyordu ve adamdan sürekli hırıltı sesleri geliyordu. Kollarının ve bacaklarının hareketleri bana bir an için gözümün önünde can veren siyah kediyi hatırlattı. Bir an için keyfim kaçtı. Görüntülerin devamında ise işler daha da ilginçleşiyordu; askerler adamı boynundaki ipten kurtarıyorlardı. Ayakları yere tekrar basan adam boynunu sağa sola oynatıp ileri doğru yürümeye başladı. Askerlere doğru “Allah-u ekber!” diye bağırmasının ardından askerler tarafından kurşuna diziliyordu. Kurşunlardan dolayı ortamı duman kaplamıştı. Ama adamın silueti dumanın ardından görülebiliyordu. Gelen kurşunlar dengesini sarssa da bir türlü yıkılmıyordu. Tüfek dumanı dağıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi oracıkta öylesine dikiliyordu. Girdiği şoktan dolayı şaşkınlıkla kendi kendine tekbir getirip sayıklıyordu. Sinirlenen rütbeli bir asker yanına koşup belinden çektiği tabancasını adamın alnına dayadı. Tetiği çektikten sonra adam yüzünü ekşitip kafasını geri çekti ve alnında namlunun bıraktığı izi kaşıdı. İdam edilmesine, kurşuna dizilmesine ve kafasına dayanan silahla ateş edilmesine rağmen bu başarısız terörist ölmemişti. Görüntüler de tam orada bitiyordu zaten.
 Siber ağlarla oluşturulmuş okyanus bu görüntülerin içine düşmesiyle bizim dünyamızda tsunamiler yaratmıştı. ABD hükümeti ve başkanı görüntülerin tamamen sahte olduğuna dair uzun uzun açıklamalar yapıyordu. Öte yandan görüntüleri yaydığı öne sürülen asker evinde ölü bulunmuştu. Halkın teröristin cesedini gösterin talepleriyse de reddediliyordu. ABD’nin kişisel oyun alanı Ortadoğu’da ise işler bir hayli karışmıştı. Görüntülerdeki liderin örgütüne katılım çok büyük oranda artmıştı. Örgütün uzandığı her coğrafyadan silahlı eylem haberleri geliyordu. Ancak işin ilginç yanı ölü sayısı her zamankinden çok daha düşüktü. Öte yandan Ortadoğu’daki devletler de büyük bir yol ayrımına düşmüştü; ya görüntülerin sahte olduğunu söyleyip gizli müttefiklerinin emirlerini yerine getirmeye devam edeceklerdi ya da akıbeti meçhul liderin safında dünyaya kafa tutacaklardı.
 Videonun sahte olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen kokusu birkaç güne çıkardı. Son bir kez videoyu izlemek istedim. Ancak adamın ilk çırpınışlarından sonra midem bulandı ve kapattım. Video rahatsız edici derecede gerçek görünüyordu. Mutlu bir şekilde başladığım gün bu video yüzünden mide bulantısına ve baş ağrısına batmıştı. Gördüklerimi unutabilmek ya da en azından gördüklerimin tesirini azaltabilmek için pencereye doğru yürüdüm. Bir süre dışarıda dolanan insanları inceledim. Hepsi de bir yerlere yetişmek, bir şeyler yapmak, geleceklerine katkı sağlamak istiyorlardı. Hayatın akışına kapılmış ve sürüklenecekleri yerlere en güzel şekilde tutunmak istiyorlardı. Hiçbiri bu akışın bir gün son bulacağının ve yapacakları her şeyin yok olacağının bilincinde değil gibi görünüyordu. Ya da hepsi bu korkunç gerçeğin farkındaydı ama bunu kendilerine unutturabilmek için çeşitli meşguliyetler edinmişlerdi. İleriden gelen saçları sarıya boyalı orta yaşlı kadın muhtemelen çocuğuna iyi bir gelecek sunmak istiyordu. İleriden gelen emekliye ayrılmasına çok az vakit kalmış gibi görünen askerse muhtemelen ülkesine hizmet ettiğini ancak her zaman ülkesine göz diken zalimler olduğu için görevinin asla bitmeyeceğine inanıyor olmalıydı. Bir yerlere koşturan liseli gencinse şimdilik nihai amaç olarak gördüğü şey de büyük ihtimalle mümkün olduğu kadar çok dişiyi döllemekti. Ancak hiçbirinin ne yaşadığının veya neler yaşayacağının bir önemi yoktu. Çünkü hayat denen saatli bombayı taşıyorlardı ve mühim olan tek şey o bombanın bir gün şu veya bu şekilde infilak edeceğiydi. Ve o bomba patlayınca değer verdikleri her şey de kendileriyle beraber meçhule gömülecekti. Kendi bombamı düşündüm ve duvarlara “Ne önemi var ki?” diye fısıldayıp evden dışarı çıkmaya karar verdim.
 Aslında evden çıkmayı pek sevmem. Dışarıda insanların arasındayken her zaman boğazımı sıkan bir el varmış gibi hissederim. Birbirlerinin koluna girip yürüyen insanlar üstüme yürüyormuş hissi uyandırır bende. Kahkaha atanlardan ve gülümseyenlerden inanılmaz şekilde rahatsız olurum, onlar yüzünden yolumu değiştirdiğim hatta onlardan kaçmak için olmadık sokaklara girdiğim de olmuştu. Kalabalığın arasında yürürken bana bakan bir çift göz gördüğümde cephede tek başına kalmış ve düşmanın namlularının önünde dikilen çaresiz bir asker gibi hissederim. Yine de kendimi en güvende hissettiğim o evden bu tehlikeli sokaklara çıkarım. Sokaktayken evimin huzurunu özlememe rağmen insanların arasında daha fazla bulunmak için kendimi zorlarım. Kendime acı çektiririm çünkü böylelikle günahlarımın vicdanıma yaptığı azabın şiddetini azaltacağımı düşünürüm. Geçmişimin kefaretimi ödemenin bir yolu olarak görürüm kendime ettiğim bu işkenceleri.

 Telefonumun titreşmesini hissederek kendime geldim. Telefonu cebimden çıkarıp ekranına baktığımda okuldan bir arkadaşımın aradığını gördüm. Açıp açmamak konusunda kararsız kaldım. Eğer açsaydım; nasıl olduğumu soracaktı, bir sorunumun olup olmadığını soracaktı,  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder