-1-
Balkonlarında
çiçekler bulunmayan çok katlı binalar griydi, binaların arasını dolduran asfalt
ve kaldırımlar griydi, asfalt ve kaldırımların üstünde ilerleyen arabalar
griydi, güneş ışınlarını filtresinden geçiren gökyüzü griydi, şehri ortasından
kesen deniz griydi. Her şey griydi. Aralara sıkıştırılmış ağaçlar da şehrin
ambiyansına uymak için sonbaharı bahane ederek yapraklarını dökmüş ve
grileşmişlerdi. Şehir betondan yapılmış büyük ve gri bir top gibi günlük hayat
rutininde ilerlemeye devam ediyordu kısacası.
Oturduğum banktan
denize doğru bakıyordum. Ama bakarken ne denizi görüyordum ne de denize dair
bir şey düşünüyordum. Deniz deyince aklıma önümde uzanan bu şeyden önce televizyonlarda
gösterilen o sualtı belgeselleri geliyordu zaten. Denize bakmak için en ufak
bir isteğim de yoktu. O an orada bulunduğum için denizi izlemek zorunda
hissediyordum sadece, hepsi bu! Her şey görev icabıydı zaten. Az sonra
ilerideki çiçekçi kadın gelecekti, o da görev icabıydı, bana çiçek satmaya
çalışacaktı, o da görev icabıydı, çiçeği alacağım kimse olmadığı için
almayacaktım, o da görev icabıydı, söylene söylene gidecekti, o da görev
icabıydı. Ve hepimiz bu görevlerimizi ve sonuçlarını biliyorduk ama yine de
görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmek için çabalıyorduk, zorunda
hissediyorduk. Olmazsa bir şeyler daima eksik kalacak gibiydi. Belki bu his de
görevi verenlerin her şeyi doğru yapmamız için hissetmemizi sağladıkları yapay
bir şeydi. Bilmiyorum, zaten düşünmek zorunda da değildim, böyle bir görevim
yoktu. Bunları düşündükten sonra şehrin her gün aynı yerden yuvarlanmaya
başlayıp, aynı devinimleri yapan büyük, gri ve beton bir top olduğuna olan
inancım giderek arttı.
Banktan kalkıp deniz
boyunca yürümeye başladım. Karşıdan yalpalayarak bir kedi geliyordu. Kapkara ve
parlak tüyleri arasında beyaz bir nokta göze çarpıyordu. Öndeki iki bacağının
tam ortasındaki bu beyazlık vücudunun karalığından hiç etkilenmemişti ve kar
gibi bembeyazdı. Yeşil ve kocaman gözleriyle korkarak etrafına bakınıyordu.
Boynundaki kırmızı tasmadan ve siyah kürkünün temizliğinden anladığım kadarıyla
bu kedinin bir sahibi olmalıydı. Yalpalarken kafasını sağa sola kaldırıyordu
ama asla bana direkt olarak bakmıyordu. Yanına giderek yaklaştım. Çömelip elimi
uzattığımda ise kedi çılgına döndü. Önce gürültülü bir şekilde miyavlayıp
tırnaklı patilerini sağa sola savurdu. Ben ürküp geriye çekildiğimde ise bir
insanla karşı karşıya olduğunu anlamış olacak ki türünün tarihi boyunca tehlike
karşısında hayatta tutan saldır veya kaç içgüdülerinden ikincisini harekete
geçirdi. Önüne bakmadan bir mermi gibi hızla koşturuyordu. Ama yalpalaması hala
geçmediği için güzergâhı boyunca çeşitli falsolar alıyordu. Yaptığı yanlış bir
dönüş yüzünden iskeleden doğruca denize düştü. Kedinin az önce düştüğü noktaya
koşarak gittim. Az önce bana karşı hayatta kalmak için savurduğu bacaklarını bu
sefer hayatta kalmak için denize karşı savuruyordu. Çığlıklar atmaya
çalışıyordu ama ağzını açtıkça ağzından içeri deniz suyu giriyordu. Göz kararı
suyun derinliğini ölçtüm ama yüzme bilmediğim için cesaret edip atlayamadım.
Etrafıma bakındım. 20 dakika önce bana çiçek satmaya çalışan kadın bile
gitmişti. Boğulmak üzere olan bir kedi, koca gri bir deniz ve yüzme bilmeyen
korkak ben dışında o an evrende yapayalnızdık. Üstümdeki montu çıkarıp kolundan
aşağı sarkıttım. Kedinin oradaki ölümle olan kavgasından fırsat bulup da
uzattığım bu sentetik yardım elini görmesini sağlamaya çalıştım. Montumu ne
kadar salladıysam da uzattıysam da kedi fark edemedi. Çırpınışları ve
çığlıkları kesilip bedeni suyun yüzüne vurana kadar çaresizce onu izledim. Bir
canlı gözümün önünde hayattan feci bir şekilde ayrılıp bedenden ibaret olmuştu
ve hiçbir şey yapamamıştım. Bir canlı gözümün önünde ıslak bir otobüse binip
geri dönülemeyecek olan o yere ulaşmıştı ve engel olamamıştım. Atsaydım kendimi
belki o otobüsün önüne, “Dur, gitme!” diyebilseydim, arkasından
koşturabilseydim ya da en azından ortada öylece dikilmek yerine bir şeyler
yapabilseydim keşke. Ama hiçbir şey yapamadan öylece izlemiştim.
Montumu çekip üstüme
giydim. Montumun sol kolu da, gözlerim de en az gözümün önünde az önce can
veren kedi kadar ıslaktı. Yol boyunca kediyi düşündüm. O son çırpınışları
aklıma geldi. Tekrar gözlerim doldu. Ona yardım edemeyişimi ve çaresizliğimi
hatırlayıp suçluluk duydum. Tekrar gözlerim doldu. Kedinin kırmızı tasması
geldi aklıma, o tasmayı takmış olabilecek muhtemel bir sahip geldi, o kediyi
seven insanlar geldi, o kediyi elleriyle besleyenler, onu kucağında uyutanlar,
onun yokluğunda endişelenenler hepsi teker teker geldi aklıma. Tekrar gözlerim
doldu. Bir hayatın nasıl sona erebileceğini, bugün tutunduğumuz ve uğruna her
şeyi yapabileceğimiz şeylerin nasıl da 10 saniye içerisinde bizimle beraber
hiçliğe karışabileceği geldi aklıma. İçinde bulunduğum otobüsün bir an yoldan
çıkıp taklalar atacağını, kafatasımın paramparça olup beynimin asfaltın
boşluklarına dolabileceğini düşündüm. Hayatın şans eseri verilen ve çok kolay
kaybedilen değerli bir oyuncak olduğunu düşündüm. Ölüm karşısında bir kediyi
bile savunamayacak kadar beceriksiz olduğumu düşündüm. Güçsüzlüğümü iliklerime
kadar hissettim. Tekrar gözlerim doldu. Bir damla yaş gözkapaklarımın ardından
sızıp çenemden aşağı doğru ilerlerken otobüsten indim ve evime gittim.
Evimin kapısını
kapatmamla ölüme dair tüm düşüncelerimi kapının dışında çıkarmış gibi
rahatladım. Bu kapıdan içeri her girişimde aynı duyguları yaşıyordum. Dışarının
kirli havası, insanlarının yalanlarla örülü ilişkileri, çıkar kavgaları,
savaşları hepsi de bu kapının arkasında kalıyordu. İçerisi benim kafamın
içindeki dünya gibiydi, dışarıdan daha güzeldi ve uykularım dışında beni
güvende hissettirebilen tek yerdi. Bir insanın kendini ait hissedebileceği bir
yer mutlaka vardı ve benim için bu yer de bu giriş katıydı. Bazıları için bu
aidiyet hissi kendi ülkelerinde kuvvetleniyordu, bazıları için bir spor kulübü
tesislerinde, bazılarına göre silahlı kuvvetlerde ama ben küçük düşünen ve
küçük yaşayan birisiydim. Benim aidiyetim bu eve aitti ve bu da bana yeterli
geliyordu. Küçük bir insandım, küçük bir hayat yaşıyordum, küçük bir evde
barınıyordum ve küçük bir yere aidiyet hissediyordum. Eğer evimin ulusal bir
marşı olsaydı her giriş ve çıkışımda saygı duruşunda yüksek sesle okurdum, eğer
evimin bir ordusu olsaydı tüm günümü askeri idmana ayırırdım, eğer evimin bir
hükümeti olsaydı gider ve hiç aksatmadan oy verirdim. Ama yoktu. Evim benden
ibaretti. Kendimi idare edecek kadar yaşamam yeterliydi.
Bilgisayarımı açıp
karşısına oturdum. İnternette gezinirken siyah bir kedinin fotoğrafıyla
karşılaştığım an evin dışarısında bıraktığım ölüm düşüncesi tekrar beynimin
içerisinde dolanmaya başladı. Eğer düşen bir çocuk olsaydı ve ben yine
kurtaramasaydım neler olabileceğini düşündüm. Bir şeyler boğazımı sıkar gibi
oldu. Beynimde boğulmak üzere olan bir çocuk ve karşısında korkakça durup
bakınan kendi figürümün görüntüsü belirdi. Kendimi rahatlatmak için boğulan
çocuk olsaydı çevreye bağıracağımı, ambulansı arayacağımı hatta gerekirse suya
bile atlayacağımı düşündüm. Suya düşen bir çocuk olsaydı bunları yapabilirdim
ama düşen sadece bir kedi olunca bunların hiçbirine gerek duymuyordum. Kedinin
ölümünün tek suçunun dünyaya bir kedi olarak gelmesi ve yardıma değmemesi gibi
korkunç bir fikre kapıldım. Bir kedinin ve bir çocuğun cansız cesetleri
arasındaki değer farkını hesapladığım için kendime olan nefretimi biraz daha
körükledim. Canım sıkıldı, kafam bozuldu.
Yatağıma uzanıp
dizlerimi karnıma çektim. Kedinin son çırpınışları tekrar geldi aklıma. Benden
yüce olabilecek olan her hangi bir şeye seslendim; “Keşke böyle şeyler hiç
olmasa, hem de hiç olmasa” dedim. Kedinin ölüm sahnesi beynimden gözlerime
aktı. Gözlerimden suratıma aktı ve yastığımı ıslattı. Her kötü olayı bünyemden
ağlayarak attığım gibi kedinin ölümünü de yataktaki yas törenimle vücudumdan
dışarı çıkardım. Sonrası karanlık ve huzurlu uyku.
-2-
Üstümde
kıyafetlerimle uyumama rağmen sabah uyandığımda keyfim gayet yerindeydi.
Normalde 3 saatte terk edeceğim yatağımı hemen terk etmiştim ve normalde girene
kadar kırk kez düşüneceğim banyoya tek seferde girip hızlıca bir duş almıştım.
Üstelik bütün bunları normalde uyanacağım saatten 2 saat önce bitirmiştim. Dün
ağlayarak uyuyan ben değilmişim gibi odamın içerisinde gülümseyerek sağa sola
koşturuyordum. Kahvaltı yapmak için girdiğim mutfaktan elimde iki paket bisküvi
ve günler öncesinden kalma vişne suyuyla çıkmam biraz moralimi bozmuştu.
“Kahvaltı için bir şeyler almalıyım” diye içimden geçirdikten sonra sağlıksız
beslenme durumumu da yoluna koyacak bir plan yapmış olmanın huzuru içimi
kaplamıştı.
Bilgisayarımı açıp
ben uyurken dünyada olanlara hızlıca bir göz atmak istediğimde girdiğim her
sitede aynı haberi ve videoyu gördüm. Habere göre ABD kendilerine yıllardır
zorluk çıkaran İslamcı bir terör örgütünün liderini yakalamıştı ve bu lideri
yakalar yakalamaz hızlıca idam etme kararı almıştı. Buraya kadar her şey
normaldi ve ABD prosedürüne göre işliyordu. Ancak bu lider darağacına çıkarılıp
altındaki kürsü çekildiğinde dakikalarca debelendiği halde durmuyordu. Tam
olarak 5 dakika boyunca ipte asılı kalıyordu ve bu süre boyunca da kolları
bacakları sağa sola doğru sürekli sallanıyordu ve adamdan sürekli hırıltı
sesleri geliyordu. Kollarının ve bacaklarının hareketleri bana bir an için gözümün
önünde can veren siyah kediyi hatırlattı. Bir an için keyfim kaçtı.
Görüntülerin devamında ise işler daha da ilginçleşiyordu; askerler adamı
boynundaki ipten kurtarıyorlardı. Ayakları yere tekrar basan adam boynunu sağa
sola oynatıp ileri doğru yürümeye başladı. Askerlere doğru “Allah-u ekber!”
diye bağırmasının ardından askerler tarafından kurşuna diziliyordu.
Kurşunlardan dolayı ortamı duman kaplamıştı. Ama adamın silueti dumanın
ardından görülebiliyordu. Gelen kurşunlar dengesini sarssa da bir türlü yıkılmıyordu.
Tüfek dumanı dağıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi oracıkta öylesine
dikiliyordu. Girdiği şoktan dolayı şaşkınlıkla kendi kendine tekbir getirip
sayıklıyordu. Sinirlenen rütbeli bir asker yanına koşup belinden çektiği
tabancasını adamın alnına dayadı. Tetiği çektikten sonra adam yüzünü ekşitip
kafasını geri çekti ve alnında namlunun bıraktığı izi kaşıdı. İdam edilmesine,
kurşuna dizilmesine ve kafasına dayanan silahla ateş edilmesine rağmen bu
başarısız terörist ölmemişti. Görüntüler de tam orada bitiyordu zaten.
Siber ağlarla
oluşturulmuş okyanus bu görüntülerin içine düşmesiyle bizim dünyamızda
tsunamiler yaratmıştı. ABD hükümeti ve başkanı görüntülerin tamamen sahte
olduğuna dair uzun uzun açıklamalar yapıyordu. Öte yandan görüntüleri yaydığı
öne sürülen asker evinde ölü bulunmuştu. Halkın teröristin cesedini gösterin
talepleriyse de reddediliyordu. ABD’nin kişisel oyun alanı Ortadoğu’da ise
işler bir hayli karışmıştı. Görüntülerdeki liderin örgütüne katılım çok büyük
oranda artmıştı. Örgütün uzandığı her coğrafyadan silahlı eylem haberleri
geliyordu. Ancak işin ilginç yanı ölü sayısı her zamankinden çok daha düşüktü.
Öte yandan Ortadoğu’daki devletler de büyük bir yol ayrımına düşmüştü; ya
görüntülerin sahte olduğunu söyleyip gizli müttefiklerinin emirlerini yerine
getirmeye devam edeceklerdi ya da akıbeti meçhul liderin safında dünyaya kafa
tutacaklardı.
Videonun sahte
olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen kokusu birkaç güne çıkardı. Son bir kez
videoyu izlemek istedim. Ancak adamın ilk çırpınışlarından sonra midem bulandı
ve kapattım. Video rahatsız edici derecede gerçek görünüyordu. Mutlu bir
şekilde başladığım gün bu video yüzünden mide bulantısına ve baş ağrısına
batmıştı. Gördüklerimi unutabilmek ya da en azından gördüklerimin tesirini
azaltabilmek için pencereye doğru yürüdüm. Bir süre dışarıda dolanan insanları
inceledim. Hepsi de bir yerlere yetişmek, bir şeyler yapmak, geleceklerine
katkı sağlamak istiyorlardı. Hayatın akışına kapılmış ve sürüklenecekleri
yerlere en güzel şekilde tutunmak istiyorlardı. Hiçbiri bu akışın bir gün son
bulacağının ve yapacakları her şeyin yok olacağının bilincinde değil gibi
görünüyordu. Ya da hepsi bu korkunç gerçeğin farkındaydı ama bunu kendilerine
unutturabilmek için çeşitli meşguliyetler edinmişlerdi. İleriden gelen saçları
sarıya boyalı orta yaşlı kadın muhtemelen çocuğuna iyi bir gelecek sunmak
istiyordu. İleriden gelen emekliye ayrılmasına çok az vakit kalmış gibi görünen
askerse muhtemelen ülkesine hizmet ettiğini ancak her zaman ülkesine göz diken
zalimler olduğu için görevinin asla bitmeyeceğine inanıyor olmalıydı. Bir
yerlere koşturan liseli gencinse şimdilik nihai amaç olarak gördüğü şey de
büyük ihtimalle mümkün olduğu kadar çok dişiyi döllemekti. Ancak hiçbirinin ne
yaşadığının veya neler yaşayacağının bir önemi yoktu. Çünkü hayat denen saatli
bombayı taşıyorlardı ve mühim olan tek şey o bombanın bir gün şu veya bu
şekilde infilak edeceğiydi. Ve o bomba patlayınca değer verdikleri her şey de
kendileriyle beraber meçhule gömülecekti. Kendi bombamı düşündüm ve duvarlara
“Ne önemi var ki?” diye fısıldayıp evden dışarı çıkmaya karar verdim.
Aslında evden çıkmayı
pek sevmem. Dışarıda insanların arasındayken her zaman boğazımı sıkan bir el
varmış gibi hissederim. Birbirlerinin koluna girip yürüyen insanlar üstüme
yürüyormuş hissi uyandırır bende. Kahkaha atanlardan ve gülümseyenlerden
inanılmaz şekilde rahatsız olurum, onlar yüzünden yolumu değiştirdiğim hatta
onlardan kaçmak için olmadık sokaklara girdiğim de olmuştu. Kalabalığın
arasında yürürken bana bakan bir çift göz gördüğümde cephede tek başına kalmış
ve düşmanın namlularının önünde dikilen çaresiz bir asker gibi hissederim. Yine
de kendimi en güvende hissettiğim o evden bu tehlikeli sokaklara çıkarım.
Sokaktayken evimin huzurunu özlememe rağmen insanların arasında daha fazla
bulunmak için kendimi zorlarım. Kendime acı çektiririm çünkü böylelikle
günahlarımın vicdanıma yaptığı azabın şiddetini azaltacağımı düşünürüm.
Geçmişimin kefaretimi ödemenin bir yolu olarak görürüm kendime ettiğim bu işkenceleri.
Telefonumun
titreşmesini hissederek kendime geldim. Telefonu cebimden çıkarıp ekranına
baktığımda okuldan bir arkadaşımın aradığını gördüm. Açıp açmamak konusunda
kararsız kaldım. Eğer açsaydım; nasıl olduğumu soracaktı, bir sorunumun olup
olmadığını soracaktı,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder