21 Mart 2015 Cumartesi
Terörün Manifestosu
-Bir arkadaşım anlatmıştı. Bir adam gecenin bir vakti uyanıyor. Ancak bir gariplik var; uyandığı yer tavan. Yatağını ve odasını tam tepeden görecek şekilde uyanıyor. İşin daha da garibi yatağında yine kendisinin uyuduğunu görüyor. Çığlık atmaya, oradan inmeye çalışıyor ama attığı her çığlık ağzından dışarı sadece hırıltı olarak çıkıyor, kolunu her kaldırmaya çalıştığında kolu üstüne binmiş tonlarca yük hissediyor. Bu kötü bir kabus olmalı diye düşünüp gözlerini sımsıkı kapatıyor ama her açışında yine yatağın içinde uyuyan kendisini görüyor. Öylece durup bekliyor. Bir süre sonra yatağının içindeki kendisinin kalktığını ve başının altındaki yastığı alarak karısının kafası üstüne bastırıyor. Adam tavandan dehşetle karısının ölümünü izliyor. Karısının tüm çırpınışlarını görüp, yastığın altından gelen boğuk sesini işitebiliyor. Karısı öldükten sonra izlediği kendisi odadan çıkıyor. Tavandakiyse korkarak kaçmaya, hareket etmeye çalışıyor ama yine başaramıyor. Kalkan kendisinin önce mutfağa gittiğini hissediyor, ardından mutfaktan çıkıp çocuklarının odasına girdiğini. Çocukların odasından gelen çığlık seslerini duyup korkudan ağlamaya çalışıyor ama takdir edersin ki yine beceremiyor. Ardından yatak odasına üstü başı kan içinde ve elinde bıçakla girdiğini görüyor. Kendisi yerindeki kişi yatağa girip tavandakine son bir göz kırpıyor ve bizim adam da uykuya dalıyor. Sabah alarmın sesiyle uyandığında bu sefer tavanda olmadığına şükrediyor. "Kötü bir kabustu her halde" diye içinden geçirip yataktan kalkıyor. Ama yataktan kalktığında üstünün başının kan içinde karısınınsa kafasının üstünde bir yastıkla kımıldamadan yattığını görüyor. Yani gece yaşanan her şey gerçekti. Karısı ve çocukları gerçekten de öldürülmüş. Tabii haber hemen yayılıyor, gazete manşetlerine falan konu oluyor. Tüm ülke sıradan bir hayatı olan ve hiçbir sıkıntısı olmayan, insanlarla gül gibi geçinen bir memurun neden böyle bir şey yaptığına anlam veremiyor. Herkese göre o adam karısını ve biri bebek iki çocuğunu öldürdü. Ama bana sorarsan bu adam dört kişiyi öldürdü. Karısını, 2 çocuğunu ve de kendisini. Çünkü olmak isteyip de olmaya cesaret edemediği bu yüzden bilincinin altında bastırdığı kişi kontrolünü ele geçirip adamın bilindik dünyasını ve sahip olduğu her şeyi yok etmişti. Bu sayede bilinçaltına hapsedilene yer açılmıştı. Adamın dışarıya karşı takındığı kişiliğin düşmesiyle oluşan boşluğa rahatça oturabilecekti. Kendisini yukarıdan görmesinin sebebi de sakladığı bu kişiliği aşağılık ve ezik olarak görmesinden ileri geliyor. Yani aşağı olan ve ezileni adamın üstün ve efendi yönü baskı altında tutuyordu. Ama ezilenler ve baskı altında tutulanlar zamanı gelince varolan tüm sistemleri baş aşağı edecek kadar büyük bir nefretle bileniyorlar. İşte biz de dünyanın aşağıladığı ve tepeden baktığı kişileriz. Bizim zamanımız da geldi ve dünya kendine kaçacak bir yer arasa iyi olur aksi halde parmak uçlarımızdan bile fışkıran nefretimizle baştan aşağı yıkanmak zorunda kalacaklar!
15 Mart 2015 Pazar
Kan Manifestosu
İnsanın varoluşuyla ilgili en çirkin çıkarımlardan birisi de insana yüce, kutsal ve kurtarıcı bir görev verilmesidir. İnsanın kişiliğini ve yapısını hiçe sayan, meleksi ve egoist bir çıkarımdır bu aynı zamanda. Doğadaki yerimiz bellidir. Diğer bütün hayvanlara eşitiz. Diğer bütün hayvanlar gibi yaşıyoruz ve tek maksadımız daha fazla hayatta kalmak. Sağlık araştırmaları, gıda teknolojisi, mimari ve gerektiğinde kaçabileceğimiz bir gezegen bulmak uğruna yaptığımız uzay araştırmaları hepsi de insanın korkakça hayata tutunma arzusunun bir tezahürüdür. Ve bu korkaklık utanılması gereken bir şey değildir. Bu korkaklık tüm canlılarda zaten vardır. Yani biz ve diğer canlılar varoluşsal olarak eşitiz.
Fakat insanın bu basit görevini sindiremeyen, egosunun kurbanı olan ve varoluşunun ziyanını gidermeye çalışan duygusal veganlar ise insana doğaüstü bir görev biçer. Bu veganlara göre insan diğer canlılarla kesinlikle eşit değildir. İnsan hepsinden üstündür ve bu üstünlüğe göre yaşamını devam ettirmelidir. Sorsan hepsi de türcülüğe ve insanı üstün tutan sisteme karşıdır. Ancak bilmezler ki insanın bir hayvanı katledip yemesi bir çiçeğin serpilip güzel kokular saçması kadar doğal ve gereklidir. Sevgiyle yoğrulmuş bilinçleri en yakın akrabalarımız olan şempanzelerin cinayetlerini doğal ve olağan karşılarken insanın hayatta kalması için öldürmesini canilik ve barbarlık olarak algılar. Ve sözüm ona hepsi de doğallıktan yanadır! Sikmişim onların doğallık anlayışını!
Sırf kendilerini üstün tutmak için iyilik, ahlak, erdem gibi hiç de doğal olmayan kavramlara sımsıkı sarılanlar kendileri değil mi? Harem kurmuş erkek hayvanların dişiler üzerindeki hegemonyasını görmeyip ataerkilliğe doğadışı diyenler, çiftleşemeyen su samurlarının fok bebeklerine tecavüz edip onları öldürüp ve sikmeye devam etmelerini, doğadaki pedofili, tecavüz ve nekrofiliyi görmeyip insanın kötücül doğasında yatan bu dürtüleri doğadışı kabul edenler, barbarlık raddesinde et düşkünü olan hayvanların yediklerini doğal sayıp tabağımızdaki pirzolayı çöpe dökmek isteyenler, her zaman doğadan yana olduğunu söyleyip şirinlik yapması için yanlarında doğası bozulmuş ucube köpekler ve kediler taşıyanlar bunlar değil mi?
Ve tanrıyı bile kendi ahlak ve erdem çerçeveleri içerisinde yaratma cüreti gösteren bu kafirlerin insanı yüce ve üstün gördüğünü görmemek imkansız mı?
Oysa onlar bilmezler, onlar bilmezler doğa ne demek, onlar bilmezler tanrı ne demek! Doğa hiçbir zaman güzelce açan çiçeklerden ve mutlu mesut oynaşan Disney hayvanlarından ibaret olmadı! Doğa her zaman güçsüzü silip güçlüye kucak açtı. Ve kurbanlar da katiller de güçlendi. Cinayetlerin şiddet dozajı da daha çok arttı. Baktığımız güzel göl manzaralarının altmetninde binlerce yıldır süregelen kanlı bir savaş yatıyor! Başını okşadığımız kedilerin ağzında tüylü ve sevimli cinayetler taşıyor! Doğa kan kokuyor ve her yerinde leş var! İnsanlar, bitkiler, hayvanlar ve tanrı da doğanın bir parçası ve hepsi kötü, hepsi katil, hepsi adi.
Yanlış anlamayın, bu bir tecavüz, yamyamlık veya savaş güzellemesi değildir, bu topyekün doğaya edilmiş bir küfürdür.
4 Mart 2015 Çarşamba
İlk Kitap Yazma Girişimim (Yarrak gibi)
-1-
Balkonlarında
çiçekler bulunmayan çok katlı binalar griydi, binaların arasını dolduran asfalt
ve kaldırımlar griydi, asfalt ve kaldırımların üstünde ilerleyen arabalar
griydi, güneş ışınlarını filtresinden geçiren gökyüzü griydi, şehri ortasından
kesen deniz griydi. Her şey griydi. Aralara sıkıştırılmış ağaçlar da şehrin
ambiyansına uymak için sonbaharı bahane ederek yapraklarını dökmüş ve
grileşmişlerdi. Şehir betondan yapılmış büyük ve gri bir top gibi günlük hayat
rutininde ilerlemeye devam ediyordu kısacası.
Oturduğum banktan
denize doğru bakıyordum. Ama bakarken ne denizi görüyordum ne de denize dair
bir şey düşünüyordum. Deniz deyince aklıma önümde uzanan bu şeyden önce televizyonlarda
gösterilen o sualtı belgeselleri geliyordu zaten. Denize bakmak için en ufak
bir isteğim de yoktu. O an orada bulunduğum için denizi izlemek zorunda
hissediyordum sadece, hepsi bu! Her şey görev icabıydı zaten. Az sonra
ilerideki çiçekçi kadın gelecekti, o da görev icabıydı, bana çiçek satmaya
çalışacaktı, o da görev icabıydı, çiçeği alacağım kimse olmadığı için
almayacaktım, o da görev icabıydı, söylene söylene gidecekti, o da görev
icabıydı. Ve hepimiz bu görevlerimizi ve sonuçlarını biliyorduk ama yine de
görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirebilmek için çabalıyorduk, zorunda
hissediyorduk. Olmazsa bir şeyler daima eksik kalacak gibiydi. Belki bu his de
görevi verenlerin her şeyi doğru yapmamız için hissetmemizi sağladıkları yapay
bir şeydi. Bilmiyorum, zaten düşünmek zorunda da değildim, böyle bir görevim
yoktu. Bunları düşündükten sonra şehrin her gün aynı yerden yuvarlanmaya
başlayıp, aynı devinimleri yapan büyük, gri ve beton bir top olduğuna olan
inancım giderek arttı.
Banktan kalkıp deniz
boyunca yürümeye başladım. Karşıdan yalpalayarak bir kedi geliyordu. Kapkara ve
parlak tüyleri arasında beyaz bir nokta göze çarpıyordu. Öndeki iki bacağının
tam ortasındaki bu beyazlık vücudunun karalığından hiç etkilenmemişti ve kar
gibi bembeyazdı. Yeşil ve kocaman gözleriyle korkarak etrafına bakınıyordu.
Boynundaki kırmızı tasmadan ve siyah kürkünün temizliğinden anladığım kadarıyla
bu kedinin bir sahibi olmalıydı. Yalpalarken kafasını sağa sola kaldırıyordu
ama asla bana direkt olarak bakmıyordu. Yanına giderek yaklaştım. Çömelip elimi
uzattığımda ise kedi çılgına döndü. Önce gürültülü bir şekilde miyavlayıp
tırnaklı patilerini sağa sola savurdu. Ben ürküp geriye çekildiğimde ise bir
insanla karşı karşıya olduğunu anlamış olacak ki türünün tarihi boyunca tehlike
karşısında hayatta tutan saldır veya kaç içgüdülerinden ikincisini harekete
geçirdi. Önüne bakmadan bir mermi gibi hızla koşturuyordu. Ama yalpalaması hala
geçmediği için güzergâhı boyunca çeşitli falsolar alıyordu. Yaptığı yanlış bir
dönüş yüzünden iskeleden doğruca denize düştü. Kedinin az önce düştüğü noktaya
koşarak gittim. Az önce bana karşı hayatta kalmak için savurduğu bacaklarını bu
sefer hayatta kalmak için denize karşı savuruyordu. Çığlıklar atmaya
çalışıyordu ama ağzını açtıkça ağzından içeri deniz suyu giriyordu. Göz kararı
suyun derinliğini ölçtüm ama yüzme bilmediğim için cesaret edip atlayamadım.
Etrafıma bakındım. 20 dakika önce bana çiçek satmaya çalışan kadın bile
gitmişti. Boğulmak üzere olan bir kedi, koca gri bir deniz ve yüzme bilmeyen
korkak ben dışında o an evrende yapayalnızdık. Üstümdeki montu çıkarıp kolundan
aşağı sarkıttım. Kedinin oradaki ölümle olan kavgasından fırsat bulup da
uzattığım bu sentetik yardım elini görmesini sağlamaya çalıştım. Montumu ne
kadar salladıysam da uzattıysam da kedi fark edemedi. Çırpınışları ve
çığlıkları kesilip bedeni suyun yüzüne vurana kadar çaresizce onu izledim. Bir
canlı gözümün önünde hayattan feci bir şekilde ayrılıp bedenden ibaret olmuştu
ve hiçbir şey yapamamıştım. Bir canlı gözümün önünde ıslak bir otobüse binip
geri dönülemeyecek olan o yere ulaşmıştı ve engel olamamıştım. Atsaydım kendimi
belki o otobüsün önüne, “Dur, gitme!” diyebilseydim, arkasından
koşturabilseydim ya da en azından ortada öylece dikilmek yerine bir şeyler
yapabilseydim keşke. Ama hiçbir şey yapamadan öylece izlemiştim.
Montumu çekip üstüme
giydim. Montumun sol kolu da, gözlerim de en az gözümün önünde az önce can
veren kedi kadar ıslaktı. Yol boyunca kediyi düşündüm. O son çırpınışları
aklıma geldi. Tekrar gözlerim doldu. Ona yardım edemeyişimi ve çaresizliğimi
hatırlayıp suçluluk duydum. Tekrar gözlerim doldu. Kedinin kırmızı tasması
geldi aklıma, o tasmayı takmış olabilecek muhtemel bir sahip geldi, o kediyi
seven insanlar geldi, o kediyi elleriyle besleyenler, onu kucağında uyutanlar,
onun yokluğunda endişelenenler hepsi teker teker geldi aklıma. Tekrar gözlerim
doldu. Bir hayatın nasıl sona erebileceğini, bugün tutunduğumuz ve uğruna her
şeyi yapabileceğimiz şeylerin nasıl da 10 saniye içerisinde bizimle beraber
hiçliğe karışabileceği geldi aklıma. İçinde bulunduğum otobüsün bir an yoldan
çıkıp taklalar atacağını, kafatasımın paramparça olup beynimin asfaltın
boşluklarına dolabileceğini düşündüm. Hayatın şans eseri verilen ve çok kolay
kaybedilen değerli bir oyuncak olduğunu düşündüm. Ölüm karşısında bir kediyi
bile savunamayacak kadar beceriksiz olduğumu düşündüm. Güçsüzlüğümü iliklerime
kadar hissettim. Tekrar gözlerim doldu. Bir damla yaş gözkapaklarımın ardından
sızıp çenemden aşağı doğru ilerlerken otobüsten indim ve evime gittim.
Evimin kapısını
kapatmamla ölüme dair tüm düşüncelerimi kapının dışında çıkarmış gibi
rahatladım. Bu kapıdan içeri her girişimde aynı duyguları yaşıyordum. Dışarının
kirli havası, insanlarının yalanlarla örülü ilişkileri, çıkar kavgaları,
savaşları hepsi de bu kapının arkasında kalıyordu. İçerisi benim kafamın
içindeki dünya gibiydi, dışarıdan daha güzeldi ve uykularım dışında beni
güvende hissettirebilen tek yerdi. Bir insanın kendini ait hissedebileceği bir
yer mutlaka vardı ve benim için bu yer de bu giriş katıydı. Bazıları için bu
aidiyet hissi kendi ülkelerinde kuvvetleniyordu, bazıları için bir spor kulübü
tesislerinde, bazılarına göre silahlı kuvvetlerde ama ben küçük düşünen ve
küçük yaşayan birisiydim. Benim aidiyetim bu eve aitti ve bu da bana yeterli
geliyordu. Küçük bir insandım, küçük bir hayat yaşıyordum, küçük bir evde
barınıyordum ve küçük bir yere aidiyet hissediyordum. Eğer evimin ulusal bir
marşı olsaydı her giriş ve çıkışımda saygı duruşunda yüksek sesle okurdum, eğer
evimin bir ordusu olsaydı tüm günümü askeri idmana ayırırdım, eğer evimin bir
hükümeti olsaydı gider ve hiç aksatmadan oy verirdim. Ama yoktu. Evim benden
ibaretti. Kendimi idare edecek kadar yaşamam yeterliydi.
Bilgisayarımı açıp
karşısına oturdum. İnternette gezinirken siyah bir kedinin fotoğrafıyla
karşılaştığım an evin dışarısında bıraktığım ölüm düşüncesi tekrar beynimin
içerisinde dolanmaya başladı. Eğer düşen bir çocuk olsaydı ve ben yine
kurtaramasaydım neler olabileceğini düşündüm. Bir şeyler boğazımı sıkar gibi
oldu. Beynimde boğulmak üzere olan bir çocuk ve karşısında korkakça durup
bakınan kendi figürümün görüntüsü belirdi. Kendimi rahatlatmak için boğulan
çocuk olsaydı çevreye bağıracağımı, ambulansı arayacağımı hatta gerekirse suya
bile atlayacağımı düşündüm. Suya düşen bir çocuk olsaydı bunları yapabilirdim
ama düşen sadece bir kedi olunca bunların hiçbirine gerek duymuyordum. Kedinin
ölümünün tek suçunun dünyaya bir kedi olarak gelmesi ve yardıma değmemesi gibi
korkunç bir fikre kapıldım. Bir kedinin ve bir çocuğun cansız cesetleri
arasındaki değer farkını hesapladığım için kendime olan nefretimi biraz daha
körükledim. Canım sıkıldı, kafam bozuldu.
Yatağıma uzanıp
dizlerimi karnıma çektim. Kedinin son çırpınışları tekrar geldi aklıma. Benden
yüce olabilecek olan her hangi bir şeye seslendim; “Keşke böyle şeyler hiç
olmasa, hem de hiç olmasa” dedim. Kedinin ölüm sahnesi beynimden gözlerime
aktı. Gözlerimden suratıma aktı ve yastığımı ıslattı. Her kötü olayı bünyemden
ağlayarak attığım gibi kedinin ölümünü de yataktaki yas törenimle vücudumdan
dışarı çıkardım. Sonrası karanlık ve huzurlu uyku.
-2-
Üstümde
kıyafetlerimle uyumama rağmen sabah uyandığımda keyfim gayet yerindeydi.
Normalde 3 saatte terk edeceğim yatağımı hemen terk etmiştim ve normalde girene
kadar kırk kez düşüneceğim banyoya tek seferde girip hızlıca bir duş almıştım.
Üstelik bütün bunları normalde uyanacağım saatten 2 saat önce bitirmiştim. Dün
ağlayarak uyuyan ben değilmişim gibi odamın içerisinde gülümseyerek sağa sola
koşturuyordum. Kahvaltı yapmak için girdiğim mutfaktan elimde iki paket bisküvi
ve günler öncesinden kalma vişne suyuyla çıkmam biraz moralimi bozmuştu.
“Kahvaltı için bir şeyler almalıyım” diye içimden geçirdikten sonra sağlıksız
beslenme durumumu da yoluna koyacak bir plan yapmış olmanın huzuru içimi
kaplamıştı.
Bilgisayarımı açıp
ben uyurken dünyada olanlara hızlıca bir göz atmak istediğimde girdiğim her
sitede aynı haberi ve videoyu gördüm. Habere göre ABD kendilerine yıllardır
zorluk çıkaran İslamcı bir terör örgütünün liderini yakalamıştı ve bu lideri
yakalar yakalamaz hızlıca idam etme kararı almıştı. Buraya kadar her şey
normaldi ve ABD prosedürüne göre işliyordu. Ancak bu lider darağacına çıkarılıp
altındaki kürsü çekildiğinde dakikalarca debelendiği halde durmuyordu. Tam
olarak 5 dakika boyunca ipte asılı kalıyordu ve bu süre boyunca da kolları
bacakları sağa sola doğru sürekli sallanıyordu ve adamdan sürekli hırıltı
sesleri geliyordu. Kollarının ve bacaklarının hareketleri bana bir an için gözümün
önünde can veren siyah kediyi hatırlattı. Bir an için keyfim kaçtı.
Görüntülerin devamında ise işler daha da ilginçleşiyordu; askerler adamı
boynundaki ipten kurtarıyorlardı. Ayakları yere tekrar basan adam boynunu sağa
sola oynatıp ileri doğru yürümeye başladı. Askerlere doğru “Allah-u ekber!”
diye bağırmasının ardından askerler tarafından kurşuna diziliyordu.
Kurşunlardan dolayı ortamı duman kaplamıştı. Ama adamın silueti dumanın
ardından görülebiliyordu. Gelen kurşunlar dengesini sarssa da bir türlü yıkılmıyordu.
Tüfek dumanı dağıldıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi oracıkta öylesine
dikiliyordu. Girdiği şoktan dolayı şaşkınlıkla kendi kendine tekbir getirip
sayıklıyordu. Sinirlenen rütbeli bir asker yanına koşup belinden çektiği
tabancasını adamın alnına dayadı. Tetiği çektikten sonra adam yüzünü ekşitip
kafasını geri çekti ve alnında namlunun bıraktığı izi kaşıdı. İdam edilmesine,
kurşuna dizilmesine ve kafasına dayanan silahla ateş edilmesine rağmen bu
başarısız terörist ölmemişti. Görüntüler de tam orada bitiyordu zaten.
Siber ağlarla
oluşturulmuş okyanus bu görüntülerin içine düşmesiyle bizim dünyamızda
tsunamiler yaratmıştı. ABD hükümeti ve başkanı görüntülerin tamamen sahte
olduğuna dair uzun uzun açıklamalar yapıyordu. Öte yandan görüntüleri yaydığı
öne sürülen asker evinde ölü bulunmuştu. Halkın teröristin cesedini gösterin
talepleriyse de reddediliyordu. ABD’nin kişisel oyun alanı Ortadoğu’da ise
işler bir hayli karışmıştı. Görüntülerdeki liderin örgütüne katılım çok büyük
oranda artmıştı. Örgütün uzandığı her coğrafyadan silahlı eylem haberleri
geliyordu. Ancak işin ilginç yanı ölü sayısı her zamankinden çok daha düşüktü.
Öte yandan Ortadoğu’daki devletler de büyük bir yol ayrımına düşmüştü; ya
görüntülerin sahte olduğunu söyleyip gizli müttefiklerinin emirlerini yerine
getirmeye devam edeceklerdi ya da akıbeti meçhul liderin safında dünyaya kafa
tutacaklardı.
Videonun sahte
olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen kokusu birkaç güne çıkardı. Son bir kez
videoyu izlemek istedim. Ancak adamın ilk çırpınışlarından sonra midem bulandı
ve kapattım. Video rahatsız edici derecede gerçek görünüyordu. Mutlu bir
şekilde başladığım gün bu video yüzünden mide bulantısına ve baş ağrısına
batmıştı. Gördüklerimi unutabilmek ya da en azından gördüklerimin tesirini
azaltabilmek için pencereye doğru yürüdüm. Bir süre dışarıda dolanan insanları
inceledim. Hepsi de bir yerlere yetişmek, bir şeyler yapmak, geleceklerine
katkı sağlamak istiyorlardı. Hayatın akışına kapılmış ve sürüklenecekleri
yerlere en güzel şekilde tutunmak istiyorlardı. Hiçbiri bu akışın bir gün son
bulacağının ve yapacakları her şeyin yok olacağının bilincinde değil gibi
görünüyordu. Ya da hepsi bu korkunç gerçeğin farkındaydı ama bunu kendilerine
unutturabilmek için çeşitli meşguliyetler edinmişlerdi. İleriden gelen saçları
sarıya boyalı orta yaşlı kadın muhtemelen çocuğuna iyi bir gelecek sunmak
istiyordu. İleriden gelen emekliye ayrılmasına çok az vakit kalmış gibi görünen
askerse muhtemelen ülkesine hizmet ettiğini ancak her zaman ülkesine göz diken
zalimler olduğu için görevinin asla bitmeyeceğine inanıyor olmalıydı. Bir
yerlere koşturan liseli gencinse şimdilik nihai amaç olarak gördüğü şey de
büyük ihtimalle mümkün olduğu kadar çok dişiyi döllemekti. Ancak hiçbirinin ne
yaşadığının veya neler yaşayacağının bir önemi yoktu. Çünkü hayat denen saatli
bombayı taşıyorlardı ve mühim olan tek şey o bombanın bir gün şu veya bu
şekilde infilak edeceğiydi. Ve o bomba patlayınca değer verdikleri her şey de
kendileriyle beraber meçhule gömülecekti. Kendi bombamı düşündüm ve duvarlara
“Ne önemi var ki?” diye fısıldayıp evden dışarı çıkmaya karar verdim.
Aslında evden çıkmayı
pek sevmem. Dışarıda insanların arasındayken her zaman boğazımı sıkan bir el
varmış gibi hissederim. Birbirlerinin koluna girip yürüyen insanlar üstüme
yürüyormuş hissi uyandırır bende. Kahkaha atanlardan ve gülümseyenlerden
inanılmaz şekilde rahatsız olurum, onlar yüzünden yolumu değiştirdiğim hatta
onlardan kaçmak için olmadık sokaklara girdiğim de olmuştu. Kalabalığın
arasında yürürken bana bakan bir çift göz gördüğümde cephede tek başına kalmış
ve düşmanın namlularının önünde dikilen çaresiz bir asker gibi hissederim. Yine
de kendimi en güvende hissettiğim o evden bu tehlikeli sokaklara çıkarım.
Sokaktayken evimin huzurunu özlememe rağmen insanların arasında daha fazla
bulunmak için kendimi zorlarım. Kendime acı çektiririm çünkü böylelikle
günahlarımın vicdanıma yaptığı azabın şiddetini azaltacağımı düşünürüm.
Geçmişimin kefaretimi ödemenin bir yolu olarak görürüm kendime ettiğim bu işkenceleri.
Telefonumun
titreşmesini hissederek kendime geldim. Telefonu cebimden çıkarıp ekranına
baktığımda okuldan bir arkadaşımın aradığını gördüm. Açıp açmamak konusunda
kararsız kaldım. Eğer açsaydım; nasıl olduğumu soracaktı, bir sorunumun olup
olmadığını soracaktı,
İntiharla İlgili Bir Şeyler Karalayacaktım Ama Bırakmışım
Aslında
çok düşündüm. Bütün bunlar üstüne gerçekten de çok düşündüm. Hayat denilen bu
demir tabutla irtibatı kesebilmek için birçok yol vardı; gökdelenin tepesinden
atılacak bir adım, beyne girecek bir kurşun, boğazdan aşağı inecek aşırı dozda
hap, bileklere dikine kaçış çizgileri yerleştirebilecek sevimli bir jilet,
boyna geçirilen halatla ayakları yerden kesmek kesinlikle yeterliydi.
Ödev İçin Yazdığım Öykü: Pandora'nın Kutusu
Gözleri dolu ve
elindeki silah boş bir şekilde koşuyordu. Ayak seslerinin temposuna uygun
şekilde çıkardığı hıçkırıklar kaçışına fon müziği oluyordu. Kaçıyordu ancak
neyin ya da kimin peşinden geldiğini bilmiyordu. Umurunda da değildi. Kaçmaya
çalıştığı şey az önce yaşadıklarıydı, geçmişiydi, acılarıydı. Bir insan
geçmişinin ulaşamayacağı zaman dilimlerine hangi hızda koşarak ulaşabilirdi?
Geçmişin olmadığı bir zaman var mıydı? Kimsenin onu tanımadığı günlere hangi
sokaklardan ulaşabilirdi? Hangi belediye otobüsü onu kendisinden uzaklara
taşıyabilirdi? Hayattan bunalınca inebileceği “müsait bir yer” neredeydi?
Sonunda mahallenin
terk edilmiş evinin yarısı kırık tahta kapısını tekmeleyerek kötü kokan,
karanlık odalarından birine girdi. Az önceki şiddetli maratona dayanamayıp bir
kolu kopmuş sırt çantasını çıkardı. Üzerindeki rengârenk çizgi film
karakterinin baskısına bulaşmış kanı görüp sırt çantasını odanın bir köşesine
fırlattı. Gözleri dolu bir şekilde çantanın karşısındaki köşeye çöktü. Dizleri
arasına sıkıştırdığı başıyla elindeki tabancaya baktı. Babasının kötü günler
için sakladığı “ne olur ne olmaz” markalı, korku ve paranoyadan üretilmiş,
annesinin el emeği dantelleri arasında gizlenmiş, kendisine gerek duyulan tek
görevden de başarılı bir şekilde çıkmıştı. Yaklaşık 1 kilo olan bu soğuk metale
az önce yüklenen görevin 3 dünya yükündeki ağırlığı da eklenmişti. Taşıyamadı
onu. Soğuk betona düştüğünde sessizliğin duvarlarında büyük bir gedik açmıştı.
Gözleri doldu. Gözyaşları düştüğünde benliğinin duvarlarında büyük bir gedik
açmıştı. Odanın karanlığında birisi ona seslendi;
-Şşşt!
-Ki-Kim var orada? Kim geldi?
-Ben hep seninleydim. Her şeyi gördüm. Sadece şimdi konuşma
fırsatım oldu.
-Sen kimsin?
Hiçbir ses yoktu.
Penceresi olmayan karanlık odada sesin gelebileceği yerlere bakındı ama nafile.
Çünkü ses odanın her yerinden geliyordu ama hiçbir yerden de gelmiyordu çünkü
bir kaynağı yoktu. Gözyaşlarını akıtıp, yüzünü dağıtan duygularını katlayıp
bilincinin alt ceplerine koydu. Burnunu çekti, sesin tekrar iletişim kurmasını
bekledi. Küçük ellerini şakaklarına koydu. Ses yine ortaya çıktı. Ama bu sefer
dışarıdaki bir ağızdan çıkıp gelmiyordu. Kendi kafasının içerisinde
dolaşıyordu. Bir şey söylemiyordu. Sadece uğultular vardı kafasının içinde.
Geçmişin uğursuz kahkahaları, o anın sessiz çığlıkları, birkaç el sarsıntılı
mermi sesleri. Suratı, sümük ve gözyaşından oluşmuş bir plasentanın içindeki
yeni doğmuş bir bebeğe dönüşmüştü. Yeni doğanın masumiyeti ve şaşkınlığıyla
sordu “Kimsin sen?”. Kafasını işgal eden
zaman dilimlerinin savaşının gürültüsü kesildi. Ve ona “İçinde kanla yazılı bir
kitap var, biliyorum. Bu kitap kalbinin ıssızlığına insanlar tarafından
gönderildi.” dedi. Ses kendinden emin bir şekilde haykırdı; “Oku! Bütün
hapsedilmişlerin adıyla oku!”, “Yapamam” dedi ağlayarak. Ses, yavrularını
öldüren avcıyla karşılaşmış bir anne aslanın hiddetiyle böğürdü “Oku lan!”. Titremelerinin
ardında direnebilecek bir güç bulunmadığının farkına vardı. Burnunu çekti,
bitmeyecek olan gözyaşı yağmurunun altında sesinin üstüne bir şemsiye açtı. Ve
başladı anlatmaya; “Sildim ben. Geçen haftadan önce böyle bir şeye inanamazdım.
Ama her şey o çarşamba başladı. Öncesinde de beni hep tartaklıyorlardı. Okulda
sürekli döverlerdi, paramı zorla alırlardı. Başlarda üzülürdüm ama artık
alışmıştım. Her gün daha fazla dövüyorlardı ama alışamayacağım bir şey değildi.
İnsan bir yerden sonra her şeyin giderek kötüleşecek olmasına alışıyor zaten.
Ama o çarşamba benim bile kaldıramayacağım bir şey oldu. Hava yeni yeni
kararıyordu. Okulun bahçesinde biraz top oynamıştık. Sonra vakit geç oldu. Ben
okulun arkasına giden topumu almaya giderken hepsi evlerine doğru gitmeye
başlamıştı. O üçünü gördüm okulun arkasında. Önce korkmadım. Ne bileyim işte
biraz dövüp bırakırlar dedim. 3. sınıftan beri tanıyordum onları. 4 sene
boyunca aynı sınıfta okumuştuk. Artık her şeylerine alışmıştım. Önce Mehmet
geldi arkama geçti ve kollarımı tuttu. Kollarımı bir türlü kurtaramadım. Biraz
çırpındım ama yok, olmuyordu. Mustafa da suratımı yumruklamaya başladı. Kenan
da telefona kaydediyordu olan her şeyi. Kendi aralarında konuşup gülüyorlardı
ama anlayamıyordum. Zaten alay ediyorlardı duymasam da olurdu. Dayağımı yiyip
eve gitmek istiyordum sadece. Sonra Mehmet beni yere yatırmaya çalıştı. Ne
olduğunu anlamadım ama karşı koymaya çabaladım. Ama 4 senedir beceremediğim
gibi yine beceremedim. Bu seferki olağan dayaklardan değildi kötü giden bir
şeyler vardı. Bunu anlamıştım. Sonrasında… Sonrasını tekrar düşünmek
istemiyorum ama onlar tecavüz etti bana. Bir yandan da gülüp telefondan
kaydettiler. Bağıramadım, ağlayamadım. Kimse duymadı, kimse yardım etmedi bana.
Yalnızlığımı hissettim. Gözlerim doldu ama ağlayışımı duyacak hiç kimse yok
diye ağlayamadım. Babama söyleyemedim. Zaten hep dayak yediğim için kızıyordu. Sen
nasıl erkeksin deyip duruyordu. Bu olayı öğrenseydi evden atardı. Annem de
babamdan farklı değildi. Tamam, beni daha çok seviyordu ama o da benden
utanıyordu. Onları daha fazla utandırmak istemedim, sustum. Ama okula her
gittiğimde tekrar hatırladım. Bana bakıp gülüyorlardı. Onların gülüşleri o günü
hatırlatıyordu. Telefondan o günü izleyip izleyip duruyorlardı. Paramı
çalmaları, dövmeleri artık umurumda değildi. Ben silinmesini istedikçe
başkalarına da izleteceklerini söylüyorlardı. 1 hafta böyle geçti. Sonra “Bunu
internete yükleyeceğiz” dediler. “Sileriz ama bir şartla” dediler. “Bu sefer
kendi isteğinle yapacaksın” dediler. Yok, olmaz. Kabul etmedim. Ama internete
yükleyeceklerdi. Hayatım bitecekti artık. Bu cumaya kadar zaman tanıdılar. Dün
gece yatakta sessizce ağladım. İntihar etmeyi düşündüm, başka şeyler düşündüm
ama asla onların dediğini yapmayı düşünmedim. Sabah olunca okula gider gibi
çıktım evden. Kömürlükte saklandım. Annemle babam evden çıktıklarında eve
girdim. Her yeri dağıttım. Babamın silahını buldum. Şarjörü doluydu. Ne olur ne
olmaz 2 mermi daha aldım cebime. Akşam olmasını bekledim. Çünkü o üçü her akşam
aşağıdaki çamlıkta oturuyorlardı. Hava kararınca çamlığa gittim. Karşılarına
dikildim. Dediklerini yapacağımı sandı şerefsizler. Gülmeye başladılar. O günkü
gibi güldüler. Midem bulandı. Kenan’a “Çıkar telefonunu” dedim. “Hadi lan
yavşak!” dedi. Silahı çıkardım. Ellerim titriyordu. “Silsene!” diye bağırdım.
Şaka yapıyorum sandılar, oyuncak tutuyorum sandılar. Üstüme geldiler. Korkudan titriyordum.
Yüzlerine bakamıyordum. Mehmet üstüme geliyordu. Farkında olmadan tetiği
çektim. Hepsi donup bana baktı. Diğerlerinin de kafasına ateş ettim. İlk
mermiden sonra o kadar da zor gelmiyordu artık. Her mermide biraz daha
rahatlamıştım. Şarjörde kalan son mermileri de üstlerine sıktım. Sonra Kenan’ın
telefonunu aldım. Tekrar izledim, sonra sildim. Sildim ben.”
Kafasının içindeki
sesler kayboldu. Odanın sessizliğinin senfonisine ayak uydurdu. Bunca endişenin
arasında büyük ve ferah bir nefes almış gibi hissetti. Gözlerini sımsıkı
kapatıp akacak gözyaşlarına engel olmaya çalıştı. Kapalı gözlerinin etrafı
sulandı. Kafasının içerisindeki ses yine harekete geçti. Bu sefer rahatsız
edici değildi. Kendi sesine bile benzetti birazcık da olsa. Kendini toparlayıp
sese kulağını verdi; “Görüyorum ki bu karanlık odaya kıstırıldın. İstenmiyorsun
dışarıda. Dışarısı senin için fena bir yer. Orada seni parmaklarıyla işaret
edip, salyalarını kusa kusa “İşte katil! İşte canavar!” diyecekler. Dışarısı
seni yok etmek, seni eritmek isteyenlerle dolu. Sense sadece bir kutudasın.
İstiyorsun ki sonsuza dek bu böyle kalsın. Bir uykuya dal ve kimse seni
uyandırmasın. Ama onlar böyle değil. Onların yürekleri nefretle dolu,
çirkinlikle dolu. Onların her hareketinin altında kırmızı kırmızı gülümseyen
bir nefret var. Ve sana katil diyecekler. O sefil canları sonsuza kadar
mühürlediğin için seni bir canavar olarak görecekler. Kendi yetiştirdikleri
canavarlar ölmekle bütün suçlarından azat olacak ve tüm suçlar yaşayanların
omuzlarında birikecek. Onların kaybının acısı sana suç olarak binecek. Gün
gelecek ve ölüler yaşayanların boğazına binecek ve o gün senin için geldi.
Kendilerinin bütün caniliği aşılayıp dışarı bıraktığı eğitimsiz tohumları
özgürce gezerken seni kimyasal uyuşturucularla devlet gözetiminde “ıslah”
etmeye çalışacaklar. Fotoğrafların milyonlar tarafından izlenen ulusal
kanalların yalandan örülü haber bültenlerinde kamusal nefretin hedefi olacak.
Ben dışarı çıktığımda bu olmuştu en azından. Ama dur. Sen mağdurdun. Bu karanlık
kutunun dışında işleri birazcık değiştirebilir. Sana kusulan nefretin dozunu
azaltmasa bile rengini değiştirir. Senden nefret etmelerinden daha kötü bir şey
olacak; sana acıyacaklar! Tüm insanlar besledikleri tecavüzcüleri görmezden
gelecek, toplum tecavüzcü kültürünü göz ardı edecek ve kendilerini rahatlatmak
için sana üzülecekler. Hepsi bir ağızdan dünyanın ne kadar kötü bir yer
olduğunu söyleyip duracaklar. Dünyayı asıl kötü bir yer yapanın kendileri
olduğunu bilmeden. Evlerinde gizliden gizliye tecavüzü öğütledikleri
çocuklarını beslerken açık olan televizyonda seni görüp tecavüzcülere bir küfür
savuracak. Savurdukları küfürde bile tecavüz olacak. Ama onlar bu küfürle
kendilerini çok iyi bir şekilde rahatlatacaklar. Kendileri sansürsüz bir
şekilde yayınlanan bir tecavüzün aktörleri ama bunu görmezden geliyorlar.
Maskelerin ardından yüzlerini gösterme gafletinde bulunan tecavüzcülere nefret
kusuyorlar ama bu nefret tecavüz kültürüne kusulmuyor, tecavüzcünün acemiliğine
ve beceriksizliğine kusuluyor. Seni de rahatlayabilecekleri bir meta olarak
kullanıp çöpe atacaklar. Aradan yıllar geçince sen bu olayı anlatamayacaksın
bile. Çünkü seni utanman gereken bir şey yaşadığına inandırıp suçluluğun
tohumlarını içine saçacaklar. Buradan sonrası da öncesi gibi değil, buradan
dışarısı bu karanlık kutudan daha iyi değil. Karanlık güzeldir çünkü kimse seni
görmez. Sessizlik mutluluktur çünkü kimseyi duymazsın.”
Duydukları, geleceğe
yönelik belirsiz planlarına daha fazla belirsizlik kattı. Saatten haberi yoktu.
Acaba kötü olayları kaç ışık yılı geride bırakmıştı? Geçmişinin daha da geçmesi
için kaç karanlık daha beklemeliydi? Bilmiyordu. Sadece 12-13 yıl aktif olarak
kullandığı beyninde bunların cevabını alamıyordu. Sordu içine;
-Ne kadar zamandır oradasın?
- Ben tarihin ulaşamayacağı nokta kadar önce vardım senden.
Ben sen annenin rahmine düştüğünde var olmaya başladım. Ben senin değersiz
genetik parçalarını asla göremeyeceğin geleceğe ulaştırmak için yaptığın
çocuklarla var olacağım. Zaman ve mekâna hapsedilemeyenim ben.
-Kimsin sen?
- Yokluktan geldim ve yokluğa gideceğim. Değdiğim temas
ettiğim diğer her şeyi de kendimle beraber varlıklarından istifa ettireceğim.
Ben, James Warren Jones.
-Kimsin sen?
- Kutudan çıktım ve herkesi kutulara hapsettim. Esaslı bir
sallantıda beyinlerini yassılaştıracak betonarme kutularda onları güvende
hissettirdim. Gerçekten sahip oldukları ve her saniye azalan hayatlarını
mekanik ve ışıl ışıl kutulara dökmelerini sağladım. Onları kutularda yaşattım
ve kutularda öldürdüm. Ben, Erwin Schrödinger.
-Kimsin sen?
- Dünyadan bir parça oldum ve dünyayı yedim. Havayı, suyu,
geyikleri, balıkları ve onları. En çok da onları. Ve davet ettim onları bu asla
doyurmayan sofraya ve onlar da yedi havayı, suyu, geyikleri, balıkları ve
kendilerini. En çok da kendilerini. Ben, Albert Fish.
-Kimsin sen?
-Onlara göründüm ve korkarak baktılar. Onlara göründüm ve
kuyruklarını kıstırıp, çaresizce ağladılar. Onlara göründüm ve ezelden gelen
suçların ağır yükünü omuzlarıma bıraktılar. Onlara göründüm ve benden nefret
ettiler. Onlara göründüm ve ömürlerinde ilk kez masumiyetlerinin üstüne
sıçrayan bütün pisliği süpürebilmenin yolunu bulmuş olmanın ışıltısı parladı o
korkak gözlerinde. Onlara göründüm ve bana isim taktılar. Ben, Lucifer.
-Kimsin sen?
- Onlar doğmadan belirlenmiş geçmişinin alışkanlığıyla bana
itaat ettiler. Her gece onlarca çaresizlik tarafından yapayalnız kıstırılmışken
onları tek dinleyen bendim. Algılarının ötesindeydim ve onlar bendendi. Uğruma
her şeyi yapabilirlerdi ve onları daima seveceğimi düşündüler. Ben, Tanrı.
-Kimsin sen?
- Boşunalığın bilinciyle cehennem ateşinden tabanı ve bin
kılıçtan daha keskin parmaklıkları olan hapishanelerde acı çektim.
Değersizliğin sırtıma indirdiği kamçılara karşı nafile direnişlere kalkıştım.
Ben, hayatın hiç olmamış olan amacı ve değeri.
-Kimsin sen?
- Şakırdayan kılıçlar altındaki başımı kaldırma cüreti
gösterdim. En üsttekini alaşağı edebilmenin hayalini utanmadan kurdum. Kendimi
tanıdım, gücümü gördüm. Anadolu beşiğim oldu, insan olmanın zulmüyle büyüdüm.
Kendime isyan dolu ninniler söyledim. Korku aşısı bünyemde ters tepti,
metabolizmam başkaldırının esaretiyle özgürlüğe koşturdu. Ben, Pir Sultan
Abdal.
-Kimsin sen?
- Duman soludum ve insan yedim. Göbeğim durdurulamaz bir
hızla büyürken kollarım çürüdü. Patlayacak gibi olan ancak dolmayan midemi
çelimsiz ve kırık kollarımla doyurmaya çabaladım. Okyanusa işedim ve ormanlara
pisledim. Ben, sanayi devrimi.
-Kimsin sen?
- Kurtuluşu düşlettiren ve hezimete uğratanım. Onları
ateşime kömür gibi atıp daha fazla parladım. Onları duman yaptım ve her zaman
arzuladığım gökyüzüne taşıdım. Oranın da aşağıdan farkı olmadığını gösterdim.
Ben, Karl Marks.
-Kimsin sen?
- İçlerinde yavaş yavaş büyüdüm ve onların şeklini aldım.
Beni yeterince büyüttüklerinde dışarı çıkardılar ve onların şekline uygun bir
şekilde hacmim büyümeye devam etti. Kendilerinin tüm iğrenç ayrıntılarını
görmenin şaşkınlığıyla beni inkâr ettiler, beni reddettiler, benden nefret
ettiler. Ben, Adolf Hitler.
-Kimsin sen?
- Tüm kâinatı yok edebilirim ya da sadece onları. İçi keder
dolu rengârenk bir çuvalım ve kimseye sormadan istediğim kafatasını fethederim.
Ben, aşk.
-Kimsin sen?
- Çıkışı olmayan bir zindanım. İçinde hiçbir suçu olmayan
bebekler barındıranlarından. Devletin kontrol edemediği, hiçbir kuralı olmayan,
delilikten oluşmuş bir arka bahçesi olan, adaletten nasibini almamış olan bir
zindanım. Benim dışımda hiçlik var, içimdeyse sadece zulüm ve acı. Ben, hayat.
-Kimsin sen?
- Spermlerimi her yeni doğana ektim. Herkesin içinde büyüyen
bir ben var. Herkes benden ve bana hamile. Zamanı gelince beni doğuracak.
Kimisi kan ter içinde, kimisi yüzünde bir gülümsemeyle, kimisi politika
piyonluğu oynarken, kimisi hiç beklemediği bir anda. Kürtajın işlemediği, legal
bir tecavüzcüyüm. Dünyaya kendi tohumlarını ekip kendimden oluşmuş karanlık
ormanın sessizliğinde her hareket edeni avlamak için bir açlıkla pusuya yattım.
Ben, ölüm.
-Kimsin sen?
- Yapılabilecek en etkili başkaldırıyım. Reddedişim, insanın
en etkili devrimiyim, tüm otoritelere rest çekişim, verilen kimliğe ve
oynatılan role gönderilmiş kanla yazılı bir istifa dilekçesiyim, katili
dünyanın geri kalanı olan çözülemez bir cinayetim, asıl gerçek düzen
içerisindeki bir çatlağım. Ben, intihar.
-Kimsin sen?
- Uyumuyorum. Gözlerimi bile kırpmıyorum. Damardan aldığım
uyarıcıların etkisiyle anlamını kaybetmiş gözlerimle dünyayı inceliyorum.
Kemirebilecek en ufak bir parçayı bile kaçırmıyorum. Gırtlağımdan aşağı her
saniye bir şeyler iniyor. Bu akış asla bitmemeli ve bu sindirim gidebileceği
son noktaya kadar devam etmeli. Ben, insanlık.
-Kimsin sen?
- Kendi evimi her zaman temiz tuttum. Dışarının kusturan,
ishal eden ve öldüren lanetli bakterilerinin girmemesi için gözle görülemeyecek
bir ordu yarattım ve hepsini silahlandırdım. Evime girmeye cesaret edenlerin
alnına kırmızı kırmızı sızan cesaret nişanları yerleştirdim. İçimde yaşayan
lanetli bakterileri dünyanın diğer evlerine bıraktım. Tüm evleri kirlettim, tüm
insanlığı hasta bıraktım. Diğer evlerde çekik gözlü ve yaşı tek haneli kız
çocuklarının bedenini satın aldım ama kendi evimde böyle bir şey olmaz. Diğer
evlere huzurları karşılığında McDonald’s marka parça tesirli patlayıcılar
verdim ama kendi evimde böyle bir şey olmaz. Diğer evlerdeki aileleri
parçaladım ve onlara benim gibi olma hayalini bıraktım. Dünyanın geri kalanı
benim tuvaletim. Ben, batı medeniyeti.
-Kimsin sen?
- Her şey içimden geçip gidiyor. Her şeyi gördüm. Her şeyi
görüyorum. Her şeyi göreceğim. Ama hiçbir şeyim. Dokunulmuyorum.
Hissedilmiyorum. Getirdiğim her şeyin çürüyüp gittiğini gördüm. Bitişi gördüm.
Eriyişi gördüm. Dahi aklın delirişini gördüm. Yok oluşu gördüm. Getirdiğim her
mutluluk elimde hırıltılarla can verdi. Elinden tuttuğum kötülükler öylece
oturup kaldı. Diğerleri gibi olmak istiyorum. Basitçe gebermek istiyorum. Hiçliğe
karışmak istiyorum. Kendimle birlikte her şey hiçliğe karışacak ancak umurumda
değil. En çok da bu yüzden istiyorum her şeyin bitmesini. Çünkü varoluş acı
veriyor. İçimden geçip giderken çağlar, oluk oluk kan boşalıyorum. Ben, zaman.
Dışarıdan gelen siren
sesleri ve meraklı insanların kalabalığının uğultusu bu sorgulamayı kesti.
Telsiz ve siren sesleri yağmurun müziği altında giderek yükseliyordu. Sığındığı
terk edilmiş evin kapısının açılması içeride panik yaratmıştı. Ses sordu;
“Şimdi ne yapacaksın?”. Yere düşen silahı eline aldı. Cebinde gizlenen 2
mermiyi silahın şarjörüne sürdü. Namluyla göz göze geldi ve gülümsedi. Silahın
demir halkasını alnında hissetti. “Dur, bekle!” dedi ses. “Her şey henüz
bitmedi. Hala altta kalan bir şeyler var. Hala beni tam olarak tanımıyorsun.
Yapmamalısın bunu. Ben o’yum. Kaçışı olmadığı halde yine de sefilce yaşama
sarılanlardanım. Pislik dolu bir yerde durma arzusuyum. Vaat edenim. Karanlığın
arasında belli belirsiz göz kırpanım. Ben kıyametim. Ben kurtarıcı İsa Mesih’im.
Ben son otobüsüm. Ben içinizi kemiren o kanserli hücreyim. Sistemi ve dünyayı
ayakta tutanım. Mezbahadaki toynak sesleriyim. Yüzde birlik kesimim. Hayattan
yapılma bir darağacıyım. Her zaman her şeyin en altındakiyim. Dibe vurmuşların
ve en alttakilerin daha çok gördüğüyüm. Kötülüklerin en kötüsü ve cehennemde
devrim yapan katil bir diktatörüm. Ben, umut.” Gaipten gelip kişiliğine işleyen
ses sözlerini bitirdi. Saklandığı odanın kapısı bir tekmeyle açıldı. Elindeki
silah alnına dayalıyken içeri davetsiz dalan polis memuruyla göz göze geldi ve…
Minimal Bilimkurgu Hedesi
Tüfekle AVM’ye daldı. “Uyanın tükettikçe tükeniyorsunuz!
Onlar için çalışıyorsunuz ve kazandığınızı onlar alıyor uyanın!” diye bağırdı.
İçerideki robopolisler hemen onu bayılttılar. O şefkat odasına götürülürken
anons duyuldu “Sorun yok alışverişe devam edebilirsiniz, sorun yok…”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)