14 Ocak 2016 Perşembe

Çocukları En Güzel Nasıl Öldürebiliriz?

 Hayatım boyunca hiçbir zaman her hangi bir görüşe ya da kesime tam bir aidiyet hissetmedim. Şunu savundum, buna karşı çıktım, ötekinin yanında durdum, diğerinin karşısına çıktım ama hiçbir zaman bu faaliyetler üzerine kurulmuş ya da bunları içerisinde barındıran ideolojilerin, kesimlerin, partilerin propagandasını yapmadım. Aslında bazen yapmak istedim, birlikte hareket eden, kolektif bilinç oluşturup tekleşen o insanlara karışmayı istedim ama olmadı. Zira her zaman onlardan ayrılan yönlerim oldu. Onların siyah dediği her şeye her zaman siyah diyemedim ben. Farklı düşünürdüm ve düşündüklerimi de daima söylerdim, hep arkasında dururdum(düşündüklerimden daha mantıklı fikirlerle karşılaşmadıkça). Bu da benim o "tekleşmiş" gruplarda daima bir pürüz olarak görülmeme neden oldu. Burjuva taraftarı, Kürt düşmanı, anarşist, Türk düşmanı, mezhepçi, din düşmanı, Marksist, bireyselci, faşist, kadın düşmanı pürüzlerim sayesinde aldığım sıfatlardan bazıları. Çünkü tekleşmişlerin ezberine uymuyorsan, onlardan değilsen onların seni görmezden gelmesini, ciddiye almamasını sağlayacak bir ton sıfatları vardır ve pürüzlere daima bu sıfatlar yapıştırılır.

 Ama onların dışında kalmamın, fikirsel yalnızlığımın güzel sonuçları da olmadı değil. Mesela hepsini dışarıdan eleştirel gözle izleyebiliyordum. Aralarındayken kolektif bilincin sarhoşluğuyla hareket edip yapılacak her hareketin haklı ve doğru olduğu yanılgısına saplanabiliyorsunuz. Böyle bir dezavantajı var. Ama dışarıdayken her şeyi ve herkesi yalnızlığın getirmiş olduğu biraz tiksintiyle seyrettiğinizde çıplak görüntüye en yakın görüntüyü alabiliyorsunuz.

 Misal benim en çok tartışma çıkardığım konuların başında "şiddet" gelirdi. Dünyadaki tüm ideolojiler şiddetsizliği, huzur dolu bir ortamı arzulardı. Herkes şiddetin kötü olduğu konusunda hemfikirdi. Ama şiddet vardı. Daima bir yerlerde bombalar patlardı, birileri ölü ele geçirilirdi, birileri ölümsüzleşirdi, çocuklar ölürdü, siviller yaralanırdı, katliamlar yaşanırdı. "Şiddetten bu kadar nefret eden insanlar varken şiddet neden vardı?" bu sorunun cevabını çok düşündüm. Herkes "Bebekler ölmesin" diye hep bir ağızdan bağırırken bebeklerin bedenlerine giren kurşunlar hangi namlulardan çıkardı ki? Demek ki bebeklerin öldürülmesi hiç de öyle karşı çıkılan bir şey değildi. Bunlar bana şiddetin tanımını yeniden düşündürdü. Şiddet; ideolojilerin zafere gitmek istediği zamanlarda ustaca kullandığı fakat kendilerine doğrultturulduğundaysa insan Hakları Evrensel Bildirgesi'nden kalkanlarla insani bir şekilde karşı çıktığı bir tabancaydı. O halde şiddet o kadar da kötü bir şey değildi.
 
 Şu an tüm haber kanallarının, siyasi kararların, askeri harekatların, intihar saldırılarının, infazların, katliamların nedeni işte bu! Kimin şiddetinin iyi ve adil olduğunu kimlerinse terörist olduğunun kararını verebilmek. Şiddet sadece size yönelikse şiddettir. Sizin uyguladığınız şiddet asla ama asla şiddet olamayacaktır; teröre karşı operasyon, halk mücadelesi, devletin bekasının korunması, devrim yolu, vatan savunması gibi binlerce paket vardır ve siz ideolojinize en çok yakışacağını seçerek sevgi dolu şiddetinizi içerisine yerleştirirsiniz. Karşıdan gelen paketlerinse ambalajının bir önemi yoktur direkt olarak içerisindeki şiddeti görürsünüz ve insan hakları ile bu şiddete karşı durmaya çabalarsınız. Bilirsiniz ki şiddeti en güçlü olan kazanan olacaktır ve gerek tarih, gerekse eğitimle şiddetine meşruluk, kahramanlık ve hatta tanrısallık katacaktır. Kazananlar katil değil kahraman olurlar, şiddet tarafından öldürülen neferleriniz de o süslü ambalajlara sarılıp gökyüzüne uğurlanır. Paketler dolusu çürüyen ceset, paketler dolusu kopmuş kol ve bacaklar, paketler dolusu insan kelleleri, paketler dolusu bebek cesetleri, paketler dolusu cephane ve paketler dolusu ölüm... Noel Baba bizi hiç terk etmedi ve gökyüzünden biz; dünyayı yönetmek isteyen "uslu" çocuklara bunları dağıtıyor.

 İdeoloji, milliyet, devlet ve devrim köleleri bu hediyelere koşturdukça şiddet sürekli istenmeyen ama şehvetle kullanılan bir tabanca olarak kalacaktır. Dünya Hello Kitty kostümlü intihar bombacılarının "Çocuklar ölmesin!" diye bağırıp çocuklara sarılarak kendilerini patlattıkları ideolojik şiddet pornosunun seti olmaya devam edecek. İnsan kendisinin değersizliğini ve hiçliğini anlayarak dünyaya egemen olma hayallerinin boşunalığını anlamadıkça, insan asıl yok edilmesi gerekenin kendisi olduğunu göremedikçe bu porno çekilecek. Ve karşısında çok uluslu kapitalist şirketlerin CEO'ları parçalanan çocuk cesetlerine giren mermileri sayarak orgazm çığlıklarıyla boşalacaklar.

1 Kasım 2015 Pazar

Kendisinden Kaçanlara Fon Müziği; Arabesk

 80ler'den sonra Türkiye'de bir arabesk furyası aldı başını gitti. Her yerde arabesk çalmaya başladı, yüzlerce arabeskçi müzisyen piyasaya sürüldü, filmlere arabesk müzikler eşlik etti hatta daha sonrasında arabesk filmin kendisine dönüştü. Kısaca tüm kültürel hayata kendi bayrağını arabesk dikti.

 Halk arasında da en çok orta-alt sınıfta tutuldu bu arabesk akımı. Zaten Türkiye'nin büyük kesimi de bu sınıfa dahil olduğu için pek şaşırılacak bir sonuç değildi bu. Peki neydi bütün evleri işgal eden bu akım? Elektro bağlama ritmi üzerine 3-4 ağlak sözden ibaret değildi. Arabesk akımının bir kültürü, felsefesi vardı. Arabesk kültür; her zaman ezilen, hak ettiği değeri göremeyen, hayatın ve insanların getirdiği zorluklardan yakınan ve yakınmakla idare eden bir kültürdü. Arabesk felsefesine göre insan daima başkalarının hatalarından, vefasızlıklarından dolayı acı çeken, adaletsiz bir ortamda büyüyen ve dört bir yanı düşmanlarla çevrili bir acı torbasından ibaretti. Geneli sosyal adaletsizlikten, devlet zulmünden, ahlaki kurallarla hiç edilen sosyal yaşantılardan muzdarip olan bir milletin de bu kültürü benimsemesi zaten çok da şaşılacak bir şey değil. İnsanlar arabesk sayesinde artık yalnız değildi. Plaktan gelen ses de sinemada izlediği aktör de kendisiyle aynı şeyleri yaşamıştı ve hissediyordu. Yeni yeni şehirleşen Anadolulu'nun yalnızlığına ilaç olmuştu.

 Ama arabesk kültürün de bir kolaycılığı vardı. Birey asla ama asla suçlu olmazdı. İnsan maruz kaldığı boktan hayattan, aldığı dandik maaştan, yaşadığı aşk acılarından sorumlu olmazdı. Çünkü bütün bunlar insana kurulmuş ilahi bir komplodan ibaretti, çünkü arabesk felsefesine gönül vermiş insan kendisinin dünyanın merkezi olduğunun çoktan farkına varmıştı. Nasıl dünyanın merkezi olmasın ki? Koskoca şarkılar, filmler, dergiler birlik olmuş o insanın derdini anlatıyordu. Bu kendisini tanrılaştıran felsefe dünyayı daima karartırken bireyi sütten çıkmış ak kaşığa çevirirdi. Yalnız eğitim sistemi ve dogmalar sayesinde bu insanın bile karalayamayacağı şeyler vardı; devlet, din ve patron. Geri kalan her şey kirli ve kötüydü.

 Arabesk felsefesi giderek hayatın her alanına sindi. İnsanların gözünde mağduriyet artık zorunlu bir hal aldı. İşlediği her suçu görmezden gelmeye başladılar çünkü dünyanın onlara yaptıkları ayıplar karşısında bu suçlar tamamen özsavunmaydı. Daima düşman aradılar, bulamayınca da yarattılar çünkü bu boktanlığa kendilerinin sebep olduğunu kabullenemediler.

 Bu arabesk felsefesi de hala Türkiye'nin damarlarında dolanıyor. En azılı suçlarından bile kendilerine mağduriyet yontanlar, sevdiği kadından karşılık vermedi diye kadının suratına büyük aşklarından dolayı kezzap atmakta sakınca görmeyenler, toplumu sürükledikleri bok bataklarında payı olduğunu kabul etmeyip iç ve dış düşmanlar yaratanlar ve bu düşmanlara boktan hayatlarının hıncıyla ölümüne saldıranlar, yaptığı tüm zulümleri işlenmemiş suçların intikamı olarak gösterip aklayanlar, Allah'ı kendi arkalarına alıp şirke düşmekten çekinmeyenler arabesk felsefesinin dışavurumudur.

 Ancak arabesk felsefesi yüzünden toplum bu halde değil. Toplumun temelinde zaten arabesk kültür yattığı için arabesk felsefesi geliştirilmiştir. Bütün o arabesk ikonları, şarkıları, filmleri bu hastalığın açtığı yara ve irinlerden başka bir şey değildir.

 Arabeskin temsil ettiği acılar da yapaydır. Çünkü arabesk acısının temeli birey dışında kalanlardır. Oysa gerçek acının büyük bir kısmı kendi içimizden, kendi kusurlarımızdan kaynaklanır ve gerçek acıyla yüzleşebilmek zordur fakat arabesk felsefesi insanlara kaçış alanı sağlar. Kendisinden korkan her yavşağın sığınağıdır arabesk.

 Eeee, Yıldız Tilbe dinler miyiz?

14 Eylül 2015 Pazartesi

Sen Bir Süper Kahramansın!

 Hey, sen! Evet, evet sana diyorum! Sen kalabalıklar içerisindeki yalnız, sen beyazlar içerisindeki kara, sen dümdüz zemindeki pürüz, sana sesleniyorum!

 Biliyorum kendini çok yalnız hissediyorsun. Sanki dünyada yaşayan herkes birlik olmuş ve senin üzerine üzerine geliyor değil mi? Neden böyle yapıyorlar bunu da gayet iyi biliyorsun. Çünkü sen o kadar farklı, topluma o kadar aykırı birisisin ki toplum seni sindiremiyor ve de kendisine benzetmeye çalışıyor. Ama sen hayat felsefenle, dinlediğin müzikle, okuduğun kitaplarla, giyim tarzınla ve hatta yürüyüş şeklinle bile onlardan çok çok farklısın. Onlar sadece birbirine senkronize olmuş uygun adım ilerleyen bir koyun sürüsü zaten değil mi? Ama sen öyle değilsin. Herkesin dümdüz yürüdüğü yolda geriye doğru yürüyebilirsin ya da yola yüzüstü uzanabilirsin. Sonuçta sana göre önemli olan bir yere gitmek değil yolun kendisidir değil mi?

 Halk kitlelerinden nefret ediyorsun çünkü onlar duş almayan, boktan partilere oy veren, önlerine sunulanı tüketilen, araştırmayan mal kitlesi değil mi? Hatta onları adlandırmak için güzel bir tanımın bile var; Anadolu Çomarı! Ama bu tabiri ortaya atan ve sık sık kullanan ekşici piçlerle de alakan olduğu söylenemez. Sonuçta onlar da hiçbir siki beğenmeyen, tüm gün bilgisayar başında pinekleyen bugüne kadar hiçbir şey başaramamış kişiler değil mi?

 Sahi bir şey başarmak demişken henüz somut olarak bir başarın olmasa bile kafanın içi fıkır fıkır! Bir sürü harikulade fikirle dolu bir beynin var! Film çeksen Tarkovsky, müziğe kafa yorsan Tchaikovsky, edebiyatla uğraşırsan da içinden bir Bukowski fırlayacağını biliyorsun. Çünkü sen her şeyi objektif olarak görüp hatalarını bulup düzeltme konusunda ustasın ve düşündüğün şeyler eminim ki senden önce yaşamış olan ve şu anda da seninle birlikte yaşayan hiçbir insanın aklına gelmemiştir çünkü sen mükemmelsin!

 O kadar mükemmelsin ki bu harikuladeliğin dinlediğin müzikte bile tezahür ediyor. Topu topu 6 kişinin dinlediği bir avangart post-modern atmospheric psychedlic progressive black metal grubunun büyük bir hayranısın. Zaten bu grup dışındaki tüm müzisyenler de ilk üç albümden sonra bozmuştur. Bu grup da çift haneli dinleyici sayısına eriştiğinde senin beğenini kaybedecektir. Zira senin diğer halk kitleleriyle aynı şeyi dinlemen sana büyük bir hakaret sayılırdı!

 Halk kitleleri demişken seni hiçbir kitleye hapsedemeyiz çünkü aidiyet denen duygudan doğuştan muafsın. Tüm ideolojiler boktan, tüm siyasi hareketler saçma ve herkes de faşist değil mi? Anarşist olduğunu da söyleyemeyiz senin. Çünkü anarşizm de sana göre boktan. Boktan çünkü eleştirisini okudun. Zaten sen fikirlerden önce eleştirileri okursun. Çünkü fikirleri okuduğunda doğrudan eleştirileri fark edecek muhteşem bir zekaya sahipsin ve değerli vaktini de bu uzun ve gereksiz yazıları okuyup eleştirilecek noktaları bulmakla çar çur etmen hiçbir şekilde söylenemez hatta söylenmesi teklif dahi edilemez.

 Ne kadar aidiyetten muaf da olsan önemli toplumsal olaylarda seni elinde inanmadığın değerlerin bayraklarını taşırken görebiliriz. Sonrasında da seni inanmadığın ama taşıdığın bu değerlerin eleştirisini yapıyorken görebiliriz. Toplumsal olaylar da her ne kadar övündüğün aidiyetsizliğini kaybetsen de sonrasında eleştirini yapman durumu kurtarıyor.

 Sahi eleştiri demişken her başarılı erkeğin arkasındaki kadın gibi senin muazzamlığının arkasında da akıl dolu eleştirilerin var değil mi? Hatta şu an bunu okuduktan sonra "ahahaha tam benim yapacağım bir eleştiri" diyeceksin ve kendini de eleştireceksin. Böylece kendi benliğinden bile arınıp daha da muazzam olacaksın değil mi?

 Sen tüm mükemmelliği biz avamların erişemeyeceği o über beyninde barınan bir süper kahramansın!

4 Eylül 2015 Cuma

Farklı Ağızlardan Aynı Caz, Farklı Götlerden Aynı Bok

-Şişşt lan! Niye burada tek başına oturuyorsun, bak arkadaşların hep orada oturuyor, gidip yanlarına otursana
+Yok abi orada kızlar oturuyor karı mıyım ben orada oturayım?

 Her zaman insanları durdukları safa bağlayan, iman dolu bir aidiyet zinciri vardır. Sonucu ne olursa olmalı bu zincirle ve bu zincirin izin verdiği yerlerde-merkezde olması daha makbul- oturmalı. Boru mu lan zincir bilindik zincirlerden değil öyle. Bir halkası din, öteki vatan, diğeri devrim, başkası millet, beriki özgürlük, gerideki anadil, teki bok, çifti püsür vs... Ataların bu zinciri örmek için kanının son damlasına kadar savaşmış lan bu zincir ne zorluklarla örüldü bir bok bildiğin yok ya da tarih kitaplarında, belgelerde böyle yazıyor ama ne önemi var lan! Zincir orada kırmızı kırmızı sallanıyor işte! Kötü bir şey olsa niye doğuştan seni oraya zincirlesinler? Hem ekmeğini bu zincirin altında yiyip suyunu burada içmiyor musun? Zincir zincirdir işte sen bok kadar bir şeysin zincir karşısında. Bak karşıda senin tarafındaki zincirlerle bağlı olmayanların haline! Bak onların zincirlerine iyice bak! Senin ayağındaki zincirleri bağlamak yerine başkalarının zincirlerini bağlayanlara! Bir avuç zavallı onlar! Keşke sadece zavallı olsalar onlar düpedüz hain ulan! Bugün senin zincirlerini reddeden bütün o yavşaklar yarın gelip kendi zincirlerini sana bağlamaya çalışacak! Bak şu utanmazlara! Ulan bu zincirleri ören atalarımız zamanında ne sikmişti onların zincirlerinin ustalarını be! Bunlar yine de utanmadan gelip kendi zincirlerini sana karşı şakırdatıyor! Bak mutluymuşlar gibi hem de ama sen dur inanma onlara. Bak şimdi soralım; "Hişşşt lan orospu çocukları mutlu musunuz?"
http://www.hurriyet.com.tr/pazar/26255573.asp
Bak işte mutsuzlarmış hahahahaha! Bre cahiller biz size öğretmedik mi asıl mutluluğun yolunu, yazmadık mı lan dağlara koca koca "NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE"? Bizim zincirlerimizi kuşanmadıkça tabii ki mutsuz olursunuz ulan! Bak hele şunlara hala utanmadan sallıyorlar ya zincirlerini! Bak bunların hepsi tehdit! Senin tek ve yüce varlığın olan zincirlerini kırmak istiyorlar! Ne demek "Peki ya canım?"? Canın bir bok değil! Bu zincir olmasaydı canın mı olacaktı ulan köpek! Güzel demek anlıyorsun artık. Şimdi anladığına göre sırada harekete geçmek var. Kalk ve farklı zincirlerini sallayanların hepsini gebert! Sen gebertmezsen onlar gebertecek! Çünkü bir sen varsın bir de onlar! Başka da bir bok yok! Eğer sen şimdi kalkıp onları gebertmezsen onlar gelip seni gebertecek. Hadi sen geberdin diyelim peki senin zincirine ne olacak? Söyleyeyim, onu kırıp yerine kendilerininkinden takacaklar. Bu aşağılık barbarlar dünyadaki tüm zincirler kendilerininkinin renginde olana kadar durmayacaklar. Kendilerinin rengi de bir boka benzese bari. Hadi aslanım sen yaparsın, güçlüsün! Bu zinciri örenlerin soyundansın zaten. O pisliklerin zincirlerini kırıp kendi şanlı zincirini dikene dek sana bu dünyada rahat yok. Ancak tüm dünya senin zincirinle bağlanırsa huzur hakim olabilir. Ölürsen ne mi olacak? Korkma, ölmezsin, ölürsen de zincire şehidimiz, ölümsüzümüz, sikimiz, daşşağımız diye ekleriz geride kalanlara anı olarak eşlik edip cesaret verirsin. Ne demek bunları istemiyorum? Onlardan mısın yoksa? Zincirler niye mi burada? Siktir git lan vatan haini! O çok beğendiğin zincirleri kuşan o zaman ama gazabımız merhametimizi aşacaktır! Zincir istemiyor musun? Kafayı yemiş lan bu, siktir git elimde kalacaksın!

-Erkeksin yani, gurur duyuyor musun bundan?
+Tabii abi gurur duyulmaz mı?
-İyi iyi aferin.

Ve her yer birbirinin tekrarından ibaret değil, birbirinin tekrarının tekrarından ibaret.

Yankılar, yankılar, yankılar...

21 Temmuz 2015 Salı

EŞEĞİN SİKİ BALADI

 O basit bir eşeğin sikiydi
Ufku boz eşeğin bacaklarının arası kadar ve kahverengi
Kulaklarında tekdüze eşek adımlarının uyumsuz melodisi
O basit bir eşeğin sikiydi
Basitti acıları ya da keyifleri
Bazen gaza gelip dört nala koşan eşeğin yarattığı meltemi
Ya da kırk yılda bir girip de içine tükürdüğü etten tüneli
Eşeğin adımlarının ezdiği
Yeşilden kahverengiye çalan çimenleri
Severdi
O basit bir eşeğin sikiydi
Dünyası küçüktü
Hayatı küçüktü
Keyifleri ve acıları küçüktü
Eşeğin bacak arasının dışını
Hayal bile edemezdi
Bir gün tembelce takılırken eşeğin siki
Gelip üstüne kondu rengarenk kelebeğin biri
Şok oldu eşeğin siki
Görmemişti o güne dek böyle güzel bir şeyi
Ayakların narin dokunuşunu
Unutulmak istenmeyen bir hatıra gibi çekiverdi içerisine teni
Kanatlarının gölgesi altında durdu zaman
Talan oldu mekan
O basit bir eşeğin sikiydi
Bu kelebek de gördüğü en güzel şeydi
Geleli çok olmamıştı ki sıkıldı kelebek
Çırptı kanatlarını ve uzaklaştı oradan bilerek
O basit bir eşeğin sikiydi
Ve basit hayatını değiştiriverdi bu kelebek
Düşledi kahverengi dışındaki renkleri
İşitmeye çalıştı tek düze nal sesleri dışındaki senfoniyi
Hissetmeye çalıştı özgür ve renkli kanatların meltemini
Ama beceremedi bunları, eşeğin siki
Birkaç saniyeliğine kavuştuğu özgürlük
Çoktan onu bırakıp terk etmişti
Dünyası hala küçüktü
Ama dünyasına sığamayacak kadar büyümüştü kederi
Olanlara anlam veremedi eşeğin siki
Neden bulamadı güzelliklerin gidişine
Günler sürdü bu şaşkın ruh hali
Ardından imdadına koştu bir su birikintisi
İzledi buradan aksini
Bütün çirkinliğiyle öylece duran eşeğin siki
Kendisi taşımıyordu meleklere layık renkleri
Hatta düpedüz çirkindi
O an anladı her şeyi eşeğin siki
O basit bir eşeğin sikiydi
Çirkindi ve de tekdüzeydi
Hiç hak etmemişti o güzelim kelebeği
Grotesk ve kahverengiydi
Hayatının renk paleti
Biçimsiz ve de oldukça çirkindi
Sahip olduğu her şeyi
O basit bir eşeğin sikiydi
Ve güzelim kelebeği hiç hak etmemişti
O an yalvardı tanrıya eşeğin siki;
“Neden izin verdin ki ona
Ben memnunken hayatımdan
Çirkinlikten başka bir şey görmediğimden
Alışmışken çirkinliğime
Neden soktun güzelliği hayatıma
Neden utandırdın kendimi varlığımdan
Hayatım ve dünyam küçücükken
Bu ağır hüznü neden yükledin çirkin bedenime”
Ardından bir sessizlik kesti gökyüzünü
Sonsuza dek de bir ses işitilmedi
Tanrı, ona ne duyurdu sesini ne de gösterdi yüzünü

Çünkü o basit bir eşeğin sikiydi

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Çeşit Veda

 Dostlar merhaba.
 Burayı aslında bu tür yazılar için kullanmıyorum. Fakat uzun bir açıklama yapmam gerektiğini düşündüm. Hoş, benim açıklamam büyük bir ihtimalle sizi ilgilendirmiyordur fakat bu metni yazmak zorunda hissediyorum. Bu sizden önce kendime karşı bir sorumluluk gibi geliyor.
 Sosyal medya dediğimiz internetin popülerleşmesiyle var olmaya başlamış, son 5-6 senede ise büyük bir patlama yaşamış oluşumun içerisindeyiz hepimiz. Bu oluşum kimi zaman insanların ufkunu açtı, kimi zamansa aralarını, bazen devrimler yarattı, bazense bağımlı ve pasifize bireyler, hayatın ufak bir ayrıntısı olarak başlayıp onun vazgeçilemez bir uzvuna da dönüştü, bazıları içinse hayatın bizzat kendisi oldu. Çünkü buralar yeni topraklardı. Hani sürekli deriz ya; "İnsanın üç kişiliği vardır; olduğu, olmak istediği ve olduğunu sandığı" diye, işte bu topraklar herkesin kendi sınırları içerisinde ikinci kişiliğe geçmesine izin veren bir yapıdaydı. Hayatın, sistemin, ailemizin, toplumun, yeteneklerimizin bize sunduğu şartlar ve imkanlar dolayısıyla ikinci kişiliğe geçmek konusunda sıkıntılar yaşayan ve üçüncü kişiliği ile de bir takım sorunları olan herkes bu yeni topraklarda ikinci kişiliğine bürünüp özgürce at koşturabildi. Burada herkes ikinci kişilik boyutunda olduğu için herkes daha az sorunlu ve daha çok mükemmeldi. Burası belki de bir toplumbilimci için ütopyaydı. Ama günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali ilerleyip geçerken burada yaşayan ruhlarda erozyona sebep oldu. Birinci kişiliğe yönelik bağları da bazı özellikleri de kendisiyle beraber sürükleyip götürdü. Ve bu insanları; burada yaşayan, gerçek dediğimiz hayatta ise sadece buradaki yaşamını devam ettirebilecek eylemleri devam ettirecek bireyler haline getirdi. Bunlar size deli saçması gelebilir, bir milyon kere duyulmuş klişe zırvalar gibi gelebilir. Ama üzülerek söylüyorum ki bunlar gerçek.
 Misal; ilköğretimde matematik sorularını daha hızlı okumak için okutulan kitaplar dışında bir şey okumamış kişiler burada dünyaya yön vermiş yazar, filozof ve şairlerden yaptığı alıntılarla yaşıyor. Hatta o kişilere ait olmayan sözleri bile o kişilere atfederek dünya tarihini değiştirebilmiş bu şahısların edebi kişiliğini değiştiriyor. Yahut dostluk anlayışı çıkarcılık olan ikiyüzlüler arkadaş canlısı, masumiyet karinesi ve sadece iyi niyetinden kaybedenlere has o yüz ifadesini taşıyan maskelerini takıp selfie çekiyorlar. Tiksinecek kadar yakından tanıdıklarınızı buralarda bir kere daha tanımaya çalışmadınız mı? Sahip olmadıklarına burada sahip olanlar veya olmaya çalışanlar gibi sahip olduklarını görgüsüzce buraya sıçratıp insanların gözlerine sokanlar, onların varlığına inanıyor musunuz? Varlıklı bir aileden gelmenin artısını buraya taşıyıp bir tahtmış gibi üzerine oturup insanları yargılayan görgüsüzlük krallarını görmediniz mi? Normal şartlarda memelerinin dikizlenmesi karşısında travma yaşayacak kadar "hassas ruhlu" prenseslerimiz her fotoğraflarına dolgun meme veya kalçalarını sıkıştırma derdinde değil mi? Daha doğrusu salt bu bölgelerini fotoğraflayıp da ayıp olmasın diye suratlarını ebleh bir ifadeyle kadraja sığdırmıyorlar mı? Ve bu hassas ruhlu insanlar da normal şartlar altında dikizlenmesine tahammül bile edemediği özelliklerini milyonlarca kullanıcısı olan toprakların kamusuna açmıyor mu? Cinselliğini gidereceği bir partner ya da peçete arayan insanlarla dolmadı mı her yer? İdraki kasıklarına inmiş, iğrenç bir şekilde şehvet kokanların sosyal medya maskesiyle dolandığı bir et pazarına dönüştü her yer. Kokusunu alamıyor musunuz? Ya da bizim hakkımızda bilgi toplamasından dolayı çekindiğimiz devletin buradaki dini, ideolojik, felsefi, yaşamsal tüm fikirlerimizi serbestçe saçtığımız profillerimize erişemeyeceğini mi düşündünüz? Devletin fişlenmişler listesine bir "arama çubuğu" kadar yakınız. İnsanlar olarak gerçekten de çok tuhafız. Bize çekilen bıçağa karşı dururuz fakat aynı bıçak biraz süslenip, güzel kokulara sürünürse onu incelemek için dibine kadar gireriz. Bıçağın bizi öldürme ihtimaliyse her zaman "Aman canım abartıyorsun, iyi bir şey bu, bak şu bıçağın güzelliğine faydalarına" şeklinde karşılıklar bulur. İşin kötüsüyse bıçak şahdamarımızı kesip hayatımızı oluk oluk dışarıya boşaltsa dahi anlayamayız. İş işten geçince de ölü bilincimizle bıçağın bizi öldürdüğü kanısına varamayız bile.
 Buralar önceden serbest fikir ortamı, iletişim kanalı, aynı beğeni ve zevklere sahip kişilerin birbirini bulabileceği yerler gibi gelirdi. Bizler özelliklerimizi, karakterimizi, beğenilerimizi yaşam tarzımızı buraya belirtirken Platon'un mağara istiaresinde yaşar gibiydik. Oysa mağaranın duvarına yansıyan "gerçek" hayatımızdı. Yansımasını buradan alan, buranın kötü bir kopyasından başka bir şey olmayan bir şeye dönüşmüştü. Kendimiz olabileceğimiz yer gerçek gibi gelmeye başlamıştı. İnsanların ikiyüzlülüğünden, insan ilişkilerinin sahteliğinden, toplumun baskılarından uzakta sadece kendimizle başbaşa kaldığımız bir yerdi. Gece yastığa başımızı koyduğumuzdaki zihnimizin içi gibiydi. Oysa çok geçmedi, kendimizle birlikte varoluşumuzdaki pisliği de buraya getirdik. Tüm kötülüklerimiz benliğimizin her alanına nüfuz etmişti ve ikinci kişiliğimiz de bundan payını fazlasıyla almıştı. Buraların da "gerçek" hayatımıza dönüşmesi uzun sürmedi. Fakat buralarda her yeni profil yeni bir kişilik demekti. Böylece herkes buradaki "Gerçek dünyanın" dominantı olabilmek için sınırsız krediye sahipti. Gerçek dünyadan daha beter güç ve ego gösterilerinin de alanı oldu burası. Çünkü unuttuğumuz şey şuydu; tek ütopya insanların içinde barınmadığı ütopyadır.
 Ben artık sıkıldım dostlar. Gerçek dünyadan sıkıldığımda bulaştığım buraların bana bu kadar hükmetmesinden sıkıldım. Aklıma güzel bir fikir geldikten sonra hemen "Aaa iyiymiş ben bununla ilgili tweet atayım" diye düşünmekten sıkıldım. Sosyal ve egosal bir hiyerarşi kıstası olan fav, rt, beğeni sisteminden ve bu sisteme uymaktan sıkıldım. Açıkçası biraz da korkuyorum. Birkaç sene öncesine kadar varolmayan bir şeyin şimdi hayatımızın olağan ve hatta vazgeçilmez bir parçası olarak sayılmasından korkuyorum. Arkadaşlarımla bir yere gittiğimde internetten bunu bir check-in'le belirtmeyi isteyeceğimden korkuyorum, her ne kadar çok harika olmasa da düşüncelerimin istemeden de olsa buraların belirleyeceği sınırlara tıkılmasından korkuyorum, nadiren çektirdiğim fotoğraflarımın tek anlamının "beğeni almak"a dönüşmesinden korkuyorum, başkalarıyla paylaşmayacaksam dinlediğim müziğin bir anlam ifade edememesinden korkuyorum.
 Bütün bunlara beni zorlayan bir şey yok. Ama zaten sosyal medya denen şey bir zorlamadan çok gönüllü bir köleliktir. Sana artılarını sunup birlikte olmaya ikna eder ve ardından kafandaki anlamların hepsini kendisine göre yontar. Ve tamamen karaktersel tüketime yönelik bu sitelerin de çalışma prensibi sigara içmek gibidir. İhtiyacın kadarını içip bırakacağını kendine söylersin fakat içtikten sonra dozunu giderek arttırırsın. Her zaman da kendine şunu söylettirir; "Ne olacak ki istersem bırakırım". Ancak bunun yanlışlığını fark edene kadar önceleri sadece akşam yemekleri sonrası tüttürdüğün sigara olmadan bir saat bile dayanamayacağını fark etmeye eşdeğer bir süre geçer. Geçtikten sonraya iş işten geçmiştir zaten.
 Bunları ciddiye almak, bunlardan feyz almak zorunda değilsiniz. Çünkü burada yazılanlar sadece öznel olanın genele yayılarak kendisine duygularında ve düşüncelerinde yalnız olmadığını söylemeye çalışan birisinin düşünceleridir. Sadece biraz sitem, yanlışlanabilir birkaç fikir ve bir veda vardır. Bunları da şimdiye kadar anlamışsınızdır.
 Sözün özü dostlar; kendisini sosyal medya bağımlısı olarak tanımlayabilecek birisi olarak kısa bir süre önce Facebook hesabımı sildim, ardından diğer hesaplara bakış sıklığımı azalttım, daha çok kendime yöneldim ve diğer hesaplarımı da yavaş yavaş kapatacağım. Beni buralardan tanıyan ve bu yazıyı sonuna kadar okuyacak kadar bana değer veren kişilere bir veda mektubudur bu. Ama benim sözüme pek güvenilmez, her an geri gelebilirim de. O zamana kadar hepiniz hoşça kalın.

14 Mayıs 2015 Perşembe

Tuvalet Deliği Cazı

 Kocaman bir boşluktan ibaretim. Belki de küçük bir boşluktur. Derimin altında taşıdığım hiçliğin boyutu ya da ölçülebilirliği hakkında ufak da olsa bir fikrim yok. Tek bildiğim bu boşluğu içimde taşıdığım ya da o beni dışında taşıyor. Bilmiyorum. Böyle bir şeyle yaşayınca aidiyet kavramının da bir önemi kalmıyor. Daha doğrusu hiçbir kavramın önemi kalmıyor. Dokunduğum, deneyimlediğim, arzuladığım, nefret ettiğim kısacası hakkında bir şeyler hissettiğim her şeyi içine çeken bir boşluk bu.

 "Hiçbir şey vardan yok, yoktan ise var olamaz" derler, işte bu yanlış. Fiziğin temel yasası olması, evrenimizin mimarisinin hammaddesi olması bile bunun benim açımdan yalan olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu yanlıştır çünkü bu boşluk temas ettiğim her şeyin değerini yok ediyor. Kavramları öğütüp bu dünyadan çok uzaklara, hiç var olmamış diyarlara gönderiyor. Bunu benden başka kimse görmüyor çünkü o boşluğa sızan ışıkta dünyayı izleyen tek göz bana ait. Nesne anlamdan kopuyor, değerler dibe çöküyor, kıyamet kopuyor ve bunu da sadece ben görüyorum. Kendi kişisel cehennemimin locasından yok oluşun kuralsız ve delirmiş senfonisi seyrediyorum. Boşluktan kaçmak istiyorum. İnanın bana bu çabalarımın beyhude olduğunu anlayacak kadar çok onu terk etmeyi denedim(Not düşülsün; öğrenme konusunda sıkıntılarım vardır). Olmuyor, kurtulamıyorum. O bedenimin bir parçası gibi oldu artık. El gibi, bacak gibi, dil gibi, göz gibi, penis gibi bir parçam oldu. Hoş böyle olsaydı tek bir bıçak darbesiyle boşluğumu kendimden ayırıp kan kaybından geberene kadar huzurla dünyadan arta kalanları seyredebilirdim ancak boşluk bundan daha fazlası. Etten, kemikten, cisimden de öte bir hal aldı. Kendi beğenilerimi, arzularımı, hayallerimi, duygularımı içimden söküp attı ve kendisi yerleşti. İçimde başkasını taşıma
k fikri ne kadar kötü görünse de alışılabilir ve kabul edilebilir bir şey. Zaten kabulleniş için gerekli iki koşul vardır; zaman ve direnç(Not düşülsün; pek dirençli birisi değilimdir). Ancak boşluğu kabullenmek için bütün kurallar değişiyor. Kendisinin evrenin temel kuralını değiştirdiği gibi kabullenişin kurallarını da değiştiriyor. Ya da kabullenişi de içine çekip bir yerlere gönderiyor bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var boşluğu kabulleniş olmuyor. İçiniz bomboşken ayakta durmak bile zor geliyor, gülmek, konuşmak, sevmek, şu güzel bahar gününde masmavi gökyüzünün altında yaşamak bile zor geliyor ve en kötüsü de ölüm bile zor geliyor. Düzelteyim; ölüm zor gelmiyor aslında sadece gereksiz geliyor. İçinizde evrenin ölümünü taşıdığınız için, dışarıdaki her şey hareket eden cesetlerden oluşmuş gibi göründüğü için, ölümle iç içe, ölümü içinizde, ölümün içinde yaşadığınız için ölüm bile gereksiz geliyor.
Nihai son; anlayış! Anlıyorsunuz ki boşluk dışarıdan gelen, yapay bir misafir değil! Boşluğu oraya kimse koymadı, boşluk sizden yaşlı ya da genç değil! Boşluk sizsiniz. Sizinle doğup sizinle gören şey o işte! Tiksinti ve yenilgilerinizin toplamı bu boşluk! Boşluk sensin!
Ben boşluğum,
Ben boşluğum,
Ben boşluğum,
Son bir soru;
Why am I such a void?
https://youtu.be/ERNxkZeQIEA